İlk kitaplar hem yazarlar, hem de okurları için ayrı bir öneme sahiptir. Kelebeğin Ayak Sesleri, annesini yakın zamanda kanserden kaybetmiş olan genç bir kadının hayata tutunma yolculuğunu anlatan bir ilk roman. Annesinin vefatıyla birlikte, tüm olup bitenleri, sırtındaki yükleri, babasıyla olan çarpık ilişkisini sırt çantasına koyarak uzun bir yolculuğa çıkan Feza’nın hikâyesi… Sadece bir ilk roman değil, aynı zamanda yalnızlık kozasından kelebek olarak çıkmaya ve dünyaya karşı kendi kanatlarıyla uçmaya çalışan genç bir kadının kendine dönüş öyküsü…
2022 yılında Altın Kalem Roman Ödülü’nü alan Kelebeğin Ayak Sesleri, İkinci Adam Yayınları’ndan çıkarak raflardaki yerini aldı. Sevgili Seda Nida Demir ile yazma yolculuğunu, bu ilk romanın ortaya çıkışını ve çok daha fazlasını Martı Dergisi için konuştuk.
- Kelebeğin Ayak Sesleri’ni okurken, çok etkilendim, zaman zaman gözlerim doldu. Birçok okur, kendinden ve çevresinden çok şey bulmuştur kitabınızda mutlaka. Henüz okumayanlarda da iz bırakacağından şüphem yok. Bu satırları okuyup, insan geçmişine gidebilir, kendisini, ilişkilerini, terk edilişlerini, sevgisini, kayıplarını, hayatı, yaptıklarını, yapamadıklarını sorgulayabilir. Bu harika kitap nasıl ortaya çıktı? Yazım süresi ne kadar sürdü?
Öncelikle nazik davetiniz için çok teşekkür ederim, burada sizinle olmak çok güzel. Bir gün bir kitap yazma hayalim hep vardı ve bunu gerçek kılacağım o zaman dilimi nihayet geldiğinde de oturup yazmaya başladım ve bir sene içerisinde bitirip dosyamı teslim ettim. O yolu yürümek o hikâyeyi yazmak, sanki bin senedir uyuyan bir devi uyandırıp hayata döndürmek gibi bir şeydi.
- Kelebeğin Ayak Sesleri’ni yazarken nelerden beslendiniz? Tamamen kurgu mu, sizi etkileyen kişi ve olaylardan izler var mı? Kısaca bahsedebilir misiniz?
Keleğin Ayak Sesleri tamamen kurgu, yaşanmış hikâyeye dayanmayan bir metin. Beni besleyen şeyler de sanırım çok küçük yaştan itibaren çok fazla ölüm görmüş biri olarak, kaybın nasıl bir şey olduğunu bilmem ve bunu anlatma derdimdi sanırım. İnsanın yaşadıkları, düşündükleri, okudukları yani bütün olarak hayatı ve çevresi tamamıyla kalemine de yön veriyor. Ölümü ve akabinde gelen yas süreci üzerine biraz düşündüm, annesine çok düşkün ve onsuzluğu tezahür edemeyen bir evlat olarak, yoğun bir empati duygusuyla annemin ölmüş olduğunu ve sonrasında neler hissedebileceğimi düşünüp bu duyguyla dost olmaya çalıştım. Eğer böyle yoğun bir empati sürecine girmeseydim hikâyem de okuyucumun bana söylediği gibi, bu kadar gerçekçi olmayacaktı. Gözlem ve empati olmadan asla bir hikâye yazılamıyor. Beni etkileyen nice olay ve kişi oldu fakat konuşmak yerine bunları içimde büyütüp bir zaman sonra yazarak ‘işte, benim ruhumda demlediklerim bunlar’ diyebildim.
- Yas, her insanda farklı yaşanan önemli süreçlerden biridir. Kimileri çabuk toparlanıp hayata adapte olur, kimilerine psikolojik destek gerekir, kimileri ise uzun süre kolay kolay kendine gelemez. Yas dönemini sizin satırlarınızda okurken aynı zamanda kendi hayatımızı da sorguluyoruz. Bu konuyu ele almanızın özel bir sebebi var mı?
Büyük bir yas yaşamadım fakat biliyorum ki bu çok değiştiren ve dönüştüren bir süreç. Benim bu konuyu ele alma sebebim sanırım biraz da yas yaşayan ve/veyahut yaşıyor olan insanlara ulaşıp ‘buradayım ve seni anlamaya çalışıyorum, yalnız değilsin’ deme çabamdı. Bunda ne kadar muvaffak oldum, bu okuyucunun takdiri fakat aldığım geri bildirimlerden hareketle şunu söyleyebilirim ki, istediğim noktaya geldim ve ziyadesiyle gayeme ulaştım. Bundan dolayı da çok mutluyum. İnsanlar bana ulaşıp ‘evet, böyleydi, bunları hissedip yaşadım, tamamıyla beni anlatıyor’ dediğinde o an bunun bende hissettirdikleri paha biçilemezdi. Böyle bir hikâyeyi sırtlandığınızda o tanımadığınız tüm insanların yası ve acısını da göğüslüyorsunuz çünkü. Benzer acıları ele alıp bunu göğsümde yumuşatmaya çalışarak bir ayna gibi okuyucuma sunmak benim için de çok iyileştirici bir kırılma anı oldu.
- Sizi bu kadar derine iten ne oldu yazarken?
Daima gözlem ve empati yönümü geliştirip diri tutmam, büyüme serüvenimin içe dönük bir yapıda seyretmesi, o ‘görmüş geçirmiş,’liği bir çiçek bahçesi gibi renklendirip güzelleştirme çabam, sığ sulardan ürktüğüm için hep derini yoklamam ve orada nefes almaya çalışmam benim kalemimi de biraz derinlerde tuttu. Eğer insan çok derindeyse ve suyun yüzüne çıkma şansı yoksa, bulunduğu derinlikte bir nefes alma alanı inşa edip orada yaşamayı öğreniyor; benimki de buna benzer bir şeydi. Bunun asla travmatik veya olumsuz bir pencereden ele alınmasını istemem, çok başka bir şey aslında anlatmaya çalıştığım. Yani, elbette insan bulunduğu yere ve yaşa güller, çiçekler içinde gelmiyor, elbette herkes farklı durumlarla sınanıyor ama elindekileri neye dönüştürüp üstesinden nasıl geldiğiyle alakalı bu daha çok. Asla şikâyet eden, karamsar ve söylenen bir yapıda olmadım. Şükür ki hep güçlü ve neşeli biriydim – evet kalemim pek öyle değil farkındayım ama yazı, fazla neşeyi ve çilek kokulu anlatıları benimseyen bir mecra değil- 😊 Kalemim, yaşadığım müddetçe o derin maviliklerde nefes alıp anlatmaya devam edecek.
- Birçok uzman, yas sürecinin zorlayıcı ve stresli olduğunu, gösterilen tepkilerin kişiden kişiye farklılık gösterebildiğini, kayıp yaşayan kişinin yas sürecinde kaybı kabullenip yaşamını yeniden düzenleyene kadar çeşitli aşamalardan geçtiğini söylüyor. Katılıyor musunuz? Yani sizce unutuyor muyuz, adapte mi oluyoruz, acıyla yaşamaya mı alışıyoruz?
Kesinlikle katılıyorum, zaten bunun üzerine bir fikir beyan etmek de haddime değil, neticede uzmanlar bu işi iyi bilen ve ona göre yönlendirmelerde bulunup, açıklamalar yapan profesyonel kişiler. Çevremde yas yaşayan insanlar vardı, bunu bizzat gördüm ve bu yüzden de elbette katılıyorum. Tabii ki herkesin yapısı gereği yaşadığı yas da farklı oluyor; hayat, zaten hep bir ‘aşamalardan geçme’ hali. Bence unutmuyor da adapte oluyoruz, o acıyla yaşamaya alışıyoruz. İnsan, neticede alışmaya muktedir bir canlı. Kitabımda da dediğim gibi: “Ama sana kızmıyorum. Artık kimseye kızmıyorum. Mevsimlere, babama, ölümlere kızmıyorum. Ölüme boyun eğmiyorum, ama kabulleniyorum artık. Galiba artık anlıyorum.”
- Şimdi sizi biraz daha yakından tanıyalım. Üniversitede Denizcilik (Yat Kaptanlığı) okuduğunuzu, denizciliği çok sevdiğinizi biliyorum. Deniz zaten başlı başına bir edebiyat konusu… En azından benim için öyle Yazma yolculuğu nasıl başladı, nasıl devam etti?
Evet, kesinlikle deniz, başlı başına bir edebiyat, denizcilik de buna çok müsait bir alan, buna katılıyorum 😊 Yazma yolculuğum ilkokulda, bulduğum ve kendime özel kıldığım defterlere karalamalarım ve akabinde, öğrenim hayatım boyunca da gerek okul gazetelerinde, gerek kompozisyon yarışmalarında, gerekse kendi başıma kurduğum dünyada hep istikrarla devam etti. Bu dünyada beni mutlu eden ve yaşadığım realiteden uzaklaştıran ve belki de beni dünyayla uzlaştıran tek şeyin bu olduğunu, çok küçük yaşta fark ettim ve öğretmenlerimle ailemin de fark edip üzerine eğilmesiyle güzel bir bilince ve uğraşıya evrildi. İşi biraz daha ilerleterek, üniversitede fanzin bir dergide yazmaya başladım ve mezuniyetimden yıllar sonra da ilk kitabımı yani ilk hayalimi kanlı canlı hale getirerek onu insanlara emanet ettim. Aslında profesyonel anlamda ilk adımım ve ilk yolculuğum, Kelebeğin Ayak Sesleri ile oldu diyebiliriz.
- Denizcilik alanında çalışmayı veya mesleğinizi yapmayı düşünüyor musunuz?
Denizcilik çok sevdiğim, eğitimini severek aldığım bir alan fakat tüm ilgiyi üzerine isteyen ve başka meşgaleye veya işe mahal bırakmayan çok da yoğun bir alan aynı zamanda. Bu arada eşim de deniz ulaştırma işletme mühendisi yani uzak yol gemi kaptanı, bu sebeple ‘bir eve iki kaptan fazla’ diyerek ben denizcilik alanından -şimdilik- çekilmek durumunda kaldım. Eğer mesleğimde aktif olarak çalışıyor olsaydım, ne öykülerim yayımlanır, ne ilk kitabım okuyucu ile buluşur ne de edebiyat alanındaki diğer çalışmalarım var olurdu; çünkü deniz üzerinde olmak demek, karadan ve karadaki tüm mesul bulunduğunuz işlerden ve kişilerden de uzak olmak demek. Mesleğimiz ne yazık ki bunu icap ediyor. Yol ayrımına geldiğimde önümde iki bambaşka yol belirdi ve bir seçim yapmak durumunda kaldım; ya edebiyattan ve karadan tamamen uzak olup, denize, sefere çıkacaktım ya da karaya demir atıp tüm günümü okuyarak ve çalışma masamın başında yazarak geçirecektim. Edebiyat daha cazip geldi ve bu sayede profesyonel anlamda önce emekleyerek ardından da emin adımlarla yürümeye başlayarak devam ettim ve hâlâ tecrübe edinerek yolumda yürüyorum. Bir gün denizde olur ve mesleğimi yapar mıyım, bunu bilmiyorum ama uzun vadede sanırım böyle radikal bir değişikliğe kalkışamayacağım; şayet yapacak çok iş, yazacak çok şey var. 😊 Kelebeğin Ayak Sesleri’nden bir alıntıyla cevabımı noktalayacak olursam: “Deniz, tüm ilgi ve sevgisini kendine isteyen bencil ve şımarık bir sevgiliydi denizciler için.”
- Kelebeğin Ayak Sesleri’ni yayımlamaya nasıl karar verdiniz? Neye göre yayınevi seçimi yaptınız?
Özellikle yaptığım bir seçim değildi, beklersem cesaretim kırılır ve yazdıklarıma olan güvenim de azalır korkusuyla elimi çabuk tuttum.
- Bu hikâyenin devamını yazmayı düşünür müsünüz?
Hayır. Bu hikâye başladığında, kafamda bir ‘son’ da vardı ve plana sadık kalmak istedim; seri oluşturma fikri hiç oluşmadı bende. Devamının olmasına müsait bir hikâye değildi benim açımdan.
- Kitabınızdan etkilendiğim bazı cümleleri paylaşmak isterim:
“An ve anıyı birbirinden tek bir harf ayırıyordu. O bir harf, koca bir ömrü kapsayan acımasız bir zaman dilimiydi sanki; şimdi ve öncesi arasındaki o köprüyü kuran sonsuzluktan bir an.”
“Üzerime zorla giydirilenlerden sıkıldım, artık üzerime çocukluğumu kuşanmak istiyorum..”
“Geç kalışlar, telafisi gecikmiş pişmanlıklar, kaçışlar ve varamayışlar… Hayat beyhude bir varamayış hikayesinden başka bir şey değildi.”
Yazarken, üslubunuzu oluşturmada nasıl bir yol izlediniz?
Öncelikle sanki bir kuyuya bakar gibi içime döndüm; bunu yapmak zor olmadı çünkü hep içine dönük bir çocuktum ve ilk gençliğimde de bu durum devam etti. Heybemi açıp içinde neler olduğuna baktım ve uygun bir dille bunu kağıda dökmeye başladım.
- Bir yazma rutininiz var mı?
Evet, bu aralar programımın yoğun olması sebebiyle o rutini biraz bozmuş olsam da bir rutinim var. Belirli bir disipline girmeden zaten ne yazık ki sağlıklı ve konu odaklı bir metin elde edilemiyor. Rutinlerine bağlı ve çoğu alanda da bu istikrarı sürdüren bir yapım hep vardı zaten, hâlâ bunu sürdürmeye gayret gösteriyorum.
- Bir gün, kurgu dışı yazmayı düşünür müsünüz? Tarih, sanat, gündem, denizcilik gibi alanlarda kaleme almak istediğiniz konular var mı?
Neden olmasın? Bir gün eğer müsait bir alan oluşursa muhakkak ilgili ve vâkıf olduğum konularla ilgili yazmak isterim.
- Siz daha çok hangi yazarları okursunuz? Beğenerek okuduğunuz / çok etkilendiğiniz birkaç kitap ismini Martı okurlarımız için önerebilir misiniz?
Elbette, seve seve paylaşırım. Beni az çok tanıyan veyahut önceki söyleşilerimi okuyan okurlar iyi bilirler ki ben sıkı bir Peyami Safa okuyucusuyum. Bunun yanı sıra İrvin D. Yalom, Orhan Kemal, Hakan Günday, Cengiz Aytmatov’u çok seviyorum. Kalemini çok sevdiğim yazar ve kitaplarını saysam sanırım sayfalar yetmez. Bu sebeple siz değerli Martı Ailesi ve okurları için birkaç ufak öneri ekleyecek olursam Aslı Erdoğan-Kabuk Adam, Zülfü Livaneli-Sevdalım Hayat, Marcus Aurelius-Kendime Düşünceler, Peyami Safa-Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Orhan Kemal-Evlerden Biri, Hermann Hesse-Siddhartha kitaplarını sayabilirim. Bu kitapların bende bıraktığı o tatlı izleri çok sevmiştim umarım diğer okuyuculara da vesile olur.
- Yeni kitap çalışmanız var mı? Konusu ya da kurgusuyla ilgili azıcık ipucu verseniz… 🙂
Evet. Çok yakında okuyucu ile buluşacağı için çok mutlu ve heyecanlı olduğum yeni bir kitap dosyam var. Çok sevdiğim ve güvendiğim bir yayıncı ve yayınevine emanet ettim dosyamı. Hepimiz neticeyi sabırsızlıkla bekliyoruz. Konusu ve işlenişi itibarıyla onu ilk kitabımdan ayrı ve daha yüksek bir noktada tutan güçlü bir şeyler var bu kitabımda: Doksanların sonuna yaklaşan eski İstanbul’u, yalnız yaşayan otuzlarında bir kadının gözünden hem birinci gözle hem de sosyolojik perspektiften üçüncü gözle aktarmaya çalıştığım bir kurgu hikâye oldu. Kadını, yalnızlığı, bir kadının yalnız yaşamasını, evliliği ve ilişkileri sorguladığım, bazı sorular sorduğum, farklı bir teknik kullandığım ve en önemlisi de bu dünyadan geçip gitmiş ve geçmekte olan tüm kadınlara adadığım bir kitap oldu. Bugün ilk kez burada size, sizlerin aracılığıyla anlatıyorum ikinci romanımı; bu yüzden de bunu bu şekilde anlatmak ve sizlere, okuyuculara ilan etmenin heyecanını da yaşıyorum. Çok yakında inşallah güzel haberlerle ve başlangıçlarla kitapseverlerin karşısına çıkacağım.
- Martı Dergisi’ne ve bana vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Hem bu ilk roman, hem de çıkacak olan yeni kitap şimdiden hayırlı ve bol okurlu olsun diyor, başarılarınızın devamını diliyorum.
Asıl ben teşekkür ederim. Ev sahipliğiniz ve nitelikli sorularınız için yürekten teşekkürler. Sizleri sevgiyle kucaklıyorum.
Zeynep Kıyak