Öfke

Adem, bir taraftan dışarıya kulak kesilmiş, bir taraftan Muhammed Ali’nin TRT2’de yayımlanan maçını izliyordu. Boksör olmaktı hayali. Onu hep susturan ve azarlayan babasına duyduğu öfke ancak böyle dinerdi. Biliyordu. Traktör sesini duyar duymaz annesinin hazırladığı buzlu su şişesini alıp hızla indi merdivenden, büyük kapıyı açtı. Adam kan ter içinde cebinden çıkarttığı bir avuç buğdayı göstererek “Telef olacak telef!” diye bağırmaya başladı. “Ah be şu şeytanın soyu! Ah! Varımızı yoğumuzu aldın.”

Adem, ayağına dolanan kediyi itekliyordu babasından gözünü ayırmadan ki dengesini yitirip elindeki ağır buzlu şişeyle mazot bidonunun üzerine kapaklandı. İçini kaplayan korku, ne yapacağını bilmez halde panikletti onu.  Tam o sırada iri, katı ve çatlamış o güçlü el, aslanın geyiği avlayışı gibi yakaladı omzundan. Mazot kokusu, kan kokusu gibi ağırdı. İki büklüm olup yitti iri gövdenin sesleri altında. Adam defalarca inletti onu oracıkta. “Olmaz olaydın! Bütün paramı buna gömdüm. Ne işe yararsın.” İstese o da vururdu ama babaydı. Adam ardına bakmaksızın, yerdeki buz şişesini alıp sürdü traktörü tarlaya. Adem, yüzüne yapışan kuru buğday tanelerini temizledi, mazot kokusu geçecek gibi değildi. Yavaşça doğrulup çeşmeye yöneldi, şiş boyun damarları, kıpkırmızı yüzü, büyümüş gözbebekleri, şişmiş çenesiyle çeşmenin aynasında aksını gördü. Yumruğunu sıkıp vurdu aynaya. Babasına vuramaz mıydı? Babaya vurulmazdı. Bu his onun muydu? Bu his, annesinin sessizliğini mi yansıtıyordu? Bu his, tüm benliğini kaplayıp, savaşa giden at gibi şahlanıp, Adem’i de sürükleyip çıktı avludan. Renkli göçmen evlerin dibinden geçti, yol boyu sıralanmış kahvelerde oturan yaşlılar, bu hınçla giden çocuğun ardından seyreylemişti. O yol boyu evleri yakmak istedi. Silahı olsaydı… Tüm bunları düşünürken çoktan varmıştı okul yoluna doğru. Mezarlığın köpekleri yine oradaydı. Onlardan çok korktuğu için her zaman yolunu değiştiren Adem, bu dört köpeğin arasından geçip gittiğini fark etmedi dahi. Gözleri kısık, elleri yumruk, rüzgârla yarışırcasına ter içinde kalarak yürüdü. Adımları hızlandıkça tepedeki ağustos güneşi de onu takip ediyordu. Gölgesi de uzun uzadıya önüne düşmüştü. Okul yolunu geçip arkasındaki tarlaya doğru ilerledi. Ege’nin büyük geniş ovalarıydı bu uçsuz yer. Günlerce gidebilirdi öylece, günlerce.  İrili ufaklı taşlara vurmaya başladı, sonra daha irisine. Ayağının acıması, bu içinden taşan canavarımsı hisse göre hiçbir şeydi. Onu gören Ahmet seslendi ardından. “Adeeem!” Kimseyi duymadı. Koştu sonra, ayaklarındaki ter, terlikleri ni ıslatıp düşürdü onu. Terlikleri atıp çamurlu ayaklarıyla canının yanmasına aldırış etmeden yalınayak, nefes nefese koştu. Köpek gibi nefes alıp veriyor, hıçkırıklar dökülüyordu, kıpkırmızı gözlerinden. Gözyaşını içti sonra. “Neden sanki neden!” diye bağırdı. Toprağa vurmaya başladı yumruklarıyla acımasızca. Kanayan eliyle daha çok vurdu.  Ahmet ardından yetişmişti. “Yapma,” diye çekti Adem’i tutup kolundan. Böyle güçsüz yakalanmasına daha da sinirlendi. “Ne arıyorsun burada,” diyerek itti onu. “Yumruklarımın güçlü olması için çalışıyorum.  Kanarsa ve yine vurabilirsem Muhammed Ali gibi boksör olabilirim. Babam söyledi.”

“Şaka yapmıştır o,” diyerek sırıttı çocuk. Gülüşü alaycıydı. Yalan her daim dışarıya sızan bir gölgeydi. Anlaşılmıştı. Birlikte yürüyüp eve dağıldılar. Adem hiç konuşmadı.  Gece boyu düşündü. Boksör olmak için okumaya ne gerek var. Geceleri mide ağrısı içinde ağlarken sesini annesinden sakladığı gibi çocukların içinde de hep kendini saklıyordu zaten. Ama bu öyle lanet bir şey ki sır saklı kalmıyordu. Ahmet’in alaycı bakışı geldi neden sonra gözünün önüne. Karanlıkta olsa izleyebiliyordu.  Ne diye oradaydı sanki. İyiliğine mi? Dayak yediğini duydu, belki de bütün kahvedekiler duydu. Sabah traktör sesi evden çıkar çıkmaz koyuldu yola. Mezarlığın orada bekledi gün boyu. İşte oradaydı çocuk. Güneş, Ahmet’in yüzüne vuruyor, Adem gölgesinde kalıyordu. Kısa boyu, güçlü kollarıyla ve babasına benzeyen bakışıyla Ahmet’in cılız bedenine binip yere yatırdı. “Özür dile benden diye bağırdı. Neden geldin dün peşimden söylesene ha. Neden güldün, şaka yapmıştır derken? Sen görürsün şakayı!” Yumrukları çocuğun yüzünde gidip geliyordu, yetmedi yere serdi, acizliğinden zevk alarak tekmeledi onu. Üzerine tükürdükten sonra daha da deliye döndü. “Zavallı çocukcağız ağlıyor yapma!” diyorlardı. Bir ateşin her yeri yakıp sönmesi gibi durdu sonra. “Çocuk özür dilerim,” diye inliyordu. Hışımla kalktı yerden, kan ter içinde aç susuz koştu ovaya doğru. Ağlayarak koştu. Kanayarak koştu. O hiç dayak yedi mi, o hiç hayallerini yutan bir yumruk. “Gidersem o okula bir daha, gidersem,” diyordu yerinde duramayarak.

Nefesi kesilene kadar koştu tarla boyu. Toprak, terine karışıp çamur oluyordu. Güneş ovanın düzlüğünde kıpkırmızı uzaklaşırken avazı çıktığı kadar bağırdı. Köpekler de havlıyordu bir taraftan, “Korkmuyorum!” diye onlara da bağırdı. Biliyordu kimsenin duymayacağını. Belki de bunun için bağırıyordu. Üzerindeki boks tişörtünü çıkarıp kanayan ayaklarına sardı. Babasının ektiği ekinleri yoldu, yoldu, yoldu, dindi. Ipıslak bedeni, çatlayan sesi ve ağırlığıyla toprağa attı kendini. Yitip gitti toprak kokusunda öfkesi. Teri çamuruyla kurumuş, onu ele geçiren duygular kanını emmiş ve bir leş gibi fırlatıp atmıştı oraya. Kıpırdayamıyordu dahi. Çamur içinde bir ölü gibi yıldızları izleyerek usul usul ağladı.

Şeniz Korkmaz

Önceki İçerik“Gönül” hiçbir dilde karşılığı olmayan çok özel bir kelime…
Sonraki İçerikYerebatan Sarnıcı’nda Derinden Gelen Sesler