Aslı Perker, eserlerindeki kurguyu ve anlatım tekniğini beğendiğim bir yazar. Biz okurları anlattığı mekânda yaşatır, satırlarda çalan müziği bize dinletir, anlatıcı esnerken biz de esner, kahramanın içi titrerken bizim de içimiz titrer. “Flamingolar Pembedir” daha ilk satırlarından itibaren beni içinde bulunduğum zaman ve mekândan alıp, Kars-İzmir yolunda, üstünde iki tabut taşıyan, ağır peynir kokulu otobüsün içindeki bir koltuğa oturttu. Çaprazımdaki koltukta, bakışlarında soru işaretleri olan ve yanındaki erkeğin şefkatine sığınmış altı yaşındaki bir çocuk ile birlikte yolculuğa başladık.
Kahramanın kitabın başlarında halalarının verdiği şiş ve yünle bir atkı örmesi bana ‘Acaba kız çocuğu mu?’ diye düşündürttü. Kitabın ortalarında halasının aldığı pembe çok katlı elbiseye kadar soru işaretim sürüp gitti. Kitabın sonuna kadar da cinsiyet ayırımından titizlikle arındırılmış bir hikâye okudum. Cinsiyetlere yüklenmiş rollerden arındırılmış bir diğer kahramanımız, çocuk kahramanımızın anne ve babasının ölümünden sonra altı yaşından yetişkinliğine kadar tek başına sorumluluğunu alan ve yanından ayırmayan dayısı idi.
Ben de bir anneyim ve zaman zaman çoğu annenin içine düştüğü “Ben olmazsam çocuklarım bensiz ne yapar, nasıl yaşar?” sorusu gelir arada beni kısa süreli meşgul eder. Sonra da “Çocuklar kimlerle yaşar? Şimdiki konforları devam eder mi yoksa etmez mi?” diye endişeye kapılırım. Geleneksel niyetlerimiz de bu hislerden gelir. Bir çocuk doğar ve “Allah analı babalı büyütsün” diye niyet edilir. Kitap başından itibaren gözyaşlarımı tutamayacak duruma getirse de oluyor işte bir yol bulunuyor ve hayat devam ediyor dedirten bir huzur buldum.
Dayısı ile yaşam sürdüren küçük kızın hayatında tek kadın figürü var, anneannesi. Ama o da evde bir hayalet gibi, içerideki odadan tüm gün hiç çıkmıyor. Öleceği güne kadar. Dayısı ile beraber atölyeye giden, balığa çıkan, gitar yapan, bir katamaran hayali kuran kahramanımız aslında hayata bir anlamda dayısının hayalleri ile tutunuyor. Bu hayaller ve yaşam tarzı bir annenin aşırı korumacılığı, kız çocuğu her şeyi yapamaz anlayışından uzak yetişmesini sağlıyor. Küçük yaştan itibaren hayatı tek başına da sürdürebilmenin hem becerisi hem de özgüvenine kavuşuyor. Dayısının her konuya felsefi yaklaşımı, doğaya duyarlılığı, çevresel konularda gelecekte olacaklarla ilgili öngörüsü eğitimin sadece okulda olmadığının açık bir göstergesi. Barınaktakilerin, baba tarafından enişte ve halalarının profili de kızın hayatına farklı bakış açıları ve anlam katan kahramanlar. Sessiz sedasız hayatı yorumlamasına destekte bulunuyorlar.
Çocuk yetişiyor yetişmesine ama yine de içinde hep bir anne özlemi var. Zaman zaman babasını neden annesi kadar özlemediğini kendi içinde sorgulasa da annesine özlemi dinmiyor. Dayısı ile balığa ilk çıktıklarında, annesinin adını taşıyan kayıkları Feryal’i gördüğünde, kayık adeta annesinin bebeğini taşıdığı rahmine, kucağına dönüşüyor. Cinsiyet gözetimi olmadan yetişen kızın, bir kız çocuğu olduğunu ve farklı hayallerinin de olabileceğinin en güzel temsilcisi ise halasının hediye ettiği pembe çok katlı elbisedir. Elbise küçüldüğünde tamir ederek büyüyene kadar giymeye devam ediyor. Kayığıyla açıldıktan sonra kimsenin çevrede olmadığına inandığı anda pembe elbisesini giyerek kayığın içinde annesiyle dertleşiyor. Kitap bir yandan bir erkek tarafından yetiştirilmek iyiymiş hani dedirtirken, bir yandan bir kız çocuğunun cinsiyeti ile ilgili ihtiyacı olan fiziksel ve duygusal gelişim konusunda bilgisiz ve eksik kalmasının sonuçlarını da sorgulatıyor.
Kitabın hikayesinin bütünü elbette yazarındır. Ama yine de kitabın bitişi beni hayal kırıklığına uğrattı. Kitaptaki kahramanı, annesi tarafından farklı meşguliyetleri olduğu için tüm gün bir köşede unutulup yetişen, annesinin çocuğu ile ilgili bitmeyen kariyer hırsının altında ezilen çoğu çocuğa göre sağlıklı yetişen bir birey olarak kabul etmiştim.
Altı yaşından yetişkinliğine kadar anlatıcı tarafından anlatılanlar, yaş dönemlerine uygun bir dille anlatılmış olması kitapta en çok dikkatimi çeken bir detay oldu. ‘AN’ın önemini anlatan hatta bana göre hikâyenin başlangıcı ve devamı için en çarpıcı cümleler:
“Yaşadığım süre boyunca asla aklımdan çıkmayacak bir an var artık hayatımda. Böyle anlar olmalı. Ne iyi ne kötü. Bu kadar kuvvetli anlar olmalı insan hayatında. Kader belirleyici, senin kim olacağına, nasıl biri olacağına karar veren. Ne kadar mutlu ne kadar mutsuz ne kadar az ne kadar çok olacağına karar veren. An dediğin nedir, her gün milyonlarca insanın baktığı bir yuvarlağın üzerinde tik tak ilerleyen bir çubuk. Ya da dijital saatinde sıfır sekiz, olur sıfır dokuz ve bam! hayatın değişir. Halbuki eti kemik geçiyor saatleri ne güzeldir. Küçücük bileğinde diş izleri.”
Flamingolar bu kitapta nerede derseniz, hiç bitmemiş resmin tuvalinde en gerçekçi pembe renkleriyle duruyorlar. Tıpkı her birimizin hayatında tamamlayamadığımız resimler gibi. Hayat ne zaman isterse resim öyle tamamlanıyor. Ve her ne olursa olsun hayat ölümden sonra bile bir kuşun kanadının pembesinde devam ediyor.