Hayatta kalamayacağım bir iklimde yapayalnız bırakılmışlığımın öfkesiyle… Yeminimden döneceğim ve kendi yaratıcısına kinlenen bir gergedana dönüşeceğim. Varlığımın intikamını almak için yola düşeceğim.
Gergedan, saflığın ve bir o kadar acımasızlığın simgesi. Yapabilecekken yapmadıklarımızı, bakarken görmediklerimizi, dokunup hissetmediklerimizi, işitip duymadıklarımızı, bütün öykülerden geçerken her satırında ürperten, Gergedan. Her geçişte Eugéne Ionesco ‘nun kaleme aldığı tiyatro eseri Gergedan’a* selam veriyor.
Mine Söğüt, şiirsel ve çarpıcı bir üslupla, vicdanımızı usulca sarsarak, günümüz toplumsal sorunlarını dile getiren yazarlarımızdandır. Gazete ve dergilerdeki köşe yazıları bir araya getirilerek kitaplaştırılabilecek niteliktedir. ‘Günümüzden geleceğe toplumsal tarihimizi anlatacak yazılı neler var?’ diye sorduğumuzda ilk cevap verilecek isimlerdendir. Gazete köşesinde dahi bu denli güçlü olan kalemin kitabını ele aldığınızda olanın bir tekrarı olacağını düşünüyorsanız, siz hiç Kırmızı Zaman, Beş Sevim Apartmanı ve hele ki Deli Kadın Hikayeleri’nden birini henüz okumamışsınız demektir. Bir okur gözünden tavsiyem, Gergedan’ı kavrayabilmeniz için yazarın muhakkak diğer kitaplarından birini okuyarak edebi dilini çözmenizdir. Yoksa Gergedan’ın özellikle birinci bölümündeki öykülerinin bir deli saçması olarak algılanması dahi olasıdır. Gergedan’ı ele almadan önce Deli Kadın Hikayeleri’ni okumuş olmanın önemi büyüktür. O zaman delilik sınırını aşar ve Gergadan’ın daha ilk öyküsünde başlayan keskin ve iç acıtıcı hikayesini sahiplenirsiniz. Yoksa aile sofrasında tabaktaki Çomar’ın hayali gözünüzün önünden gitmez, evdeki annenin kutsal çocuğu döven babaya şehvetli bakışını kaçırırsınız, ablanın cesedi gözünüzün önünden gitmez talaş böreği ve pembe ruju kaçırırsınız, kadınların derisini yüzen adamların sevgisine kapılırsınız, denizde boğulan çocuğun beş yüz metre ötesinde gün batımına kadeh kaldırırsınız. Mine Söğüt, Gergedan’da diğer eserlerine göre daha delice, daha içlice ve edebiyatın her türden üslup, anlatım yapısı ve anlatıcılarını kullanarak, vicdanımızın en derinini kazıdıktan sonra bizi kitaptan uğurlamıştır. Eğer hazırsanız, okuyup geçmeden, bir nefeste değil nefesiniz kesilerek, her cümle ve satırda biz okurlara bırakılan şifrelerin peşine düşerek okuyun. Saramago’ya, Ionesco’ya, Marquez’e, Kafka’ya Cemal Süreya’ya ve daha nice ustalara çaktığı selamı anlayarak okuyun. Onları anlamasanız çok bir şey kaybetmezsiniz, çünkü bu kitabı okurken kaybetmemeniz gereken tek şey ‘insan’lığınızdır. Belki de asıl hatırlamanız gereken.
Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümündeki hikayeler üslubu en can alıcı olanlardı benim için. Belirsiz zamanlarda, hayaletler ve halen hayatta olanlarla bir arada kitabın kendi deyimiyle, zamanın içinden, ailenin içinden, ahlakın içinden, inancın içinden, devletin içinden ve bizim içimizden geçip gidiyor tüm hikayeler. İkinci bölümde, Lağımların Aleksandrası’nda, Deli’nin şehre gelişinden sonraki kanalizasyon deliğine giriş çıkışları ve bu gel gitlere fıtratında olmadığından kimsenin müdahale etmeyişini görüyoruz. Üçüncü bölümde, Büyük Küfür’de ‘Fırtına çıktı çıkacak. Ve gergedan hedefine vardı varacak. Ben bildiğim tüm yolları aşmaya, küfürleri hatırlamaya çalışıyorum. Öyle kolay pes etmez küfrü duasından büyük olanlar.’ diyerek güzel günleri asla göremeyeceğine inandırılanların sesi oluyor, yedi bölümden oluşan Sokakta hikayesi her bölümünde vicdanı kazıya kazıya yedinci ve son bölümünde ‘Tanrının dünyayı altı günde yarattığı ve yedinci gününde utandığı’nı bize söylüyor. Kitabın dördüncü ve son bölümündeki Gergedan hikayesinde, Ionesco’nun Gergedan hikayesi ile harmanlayarak 12 Eylül darbesinden günümüze kadar var olan topraklarımızın Gergedan’ının hikayesi ile kitap son buluyor.
Ve son olarak Ressam Bahadır Baruter’in, Deli Kadın Hikayeleri’nde olduğu gibi, Gergedan’da da hikayeleri resimleştirmesi kitaba ayrı bir zenginlik ve derinlik katıyor.
“Soğanları pembeleşinceye kadar, çocukları morlaşıncaya kadar, kadınları kararıncaya kadar, engellileri yeşerinceye kadar, azınlıkları turunculaşıncaya kadar, zencileri zeytinileştirinceye kadar, Arapları turkuazlaşıncaya kadar, Kürtleri grileşinceye kadar, çingeneleri somonlaşıncaya kadar, Yahudileri yavruağızlaşıncaya kadar, Ermenileri kahverengileşinceye kadar, dinsizleri bejleşinceye kadar, asileri eşek sudan gelinceye kadar…
Kavura kavura altını da üstünü de yaktığın bu dünyada sen de herkes gibi ölene kadar yaşa koltuğunda.
Ah! Ölene kadar, sadece ölene kadar yaşayacağımız şu hayat uğruna.
Ah!”
“Anne kapıdan içeri giriyor. Kapı hep açık. Ardına kadar. Oğlan hep beş yaşında. Zaman hep yuvarlak. O yüzden devamlı başa dönüyor kader. Katiller yeniden yeniden ve yeniden doğuyorlar. Kadınları itinayla, itinayla severek ve severek ve severek bir bir öldürüyorlar. Her başarılı erkeğin arkasında kâbus gibi bir anne.”
* Totaliter rejimin insanlığı ele geçirişini konu alan absürt tiyatro eseri olarak nitelendirilen oyun Gergedan döneminde büyük yankı uyandırmıştı. Eugéne Ionesco tarafından kaleme alınmış olan ve Anti-Nazi bir oyun olarak nitelenen eser, ilk kez Almanya’nın Düsseldorf kentinde sahneye koyulmuştur.
Yeşim Didem Pektok