Philip Roth’un 23 Mayıs 2018 tarihinde ölüm haberini alan edebiyat eleştirmenleri doğal olarak yazar ve yapıtları üzerine yazarın değerini vurgulayan makaleler yayınladılar. Ancak yazarın birbirinden okunası 31 romanı varken, nedense en çok da yazarın 1969 da okuruyla buluşan ‘Portnoy’un Feryadı’ üzerineydi makaleler. Pekiyi neden ‘Portnoy’un Feryadı’?
Bir okur olarak öncelikle ilk 50 sayfasını okurken çoğu okur gibi “Bu mudur, başta Uluslararası Man Booker ödülü olmak üzere birçok ödül almış Philip Roth romanı?” diye kendi kendime sormadan edemedim. Ancak sayfalar ilerledikçe, yazarın mizahi diline alıştıkça kendimi çoğu kez yüksek sesle gülerken yakaladımsa da aslında önceleri Yahudi bir ergenin daha sonraları Yahudi bir yetişkinin “feryadı” içten içe hüzünlendirdi de. Okurunu kahkahalara boğarken hüzünlendirebilen özelliği çok da dile getirilmeyen bir özelliği ‘Portnoy’un Feryadı”nın. Aslında bu roman bir yandan birbirine zıt duyguları yaşatırken okuruna, bir yandan da Yahudi olmak, üstelik hem Yahudi hem de erkek olmak, aydın olmak ve bir ananın oğlu olmak gibi süreçlerin bireye yüklediği sorumlulukları ve bu sorumlulukların altından kalkabilmeyi ya da psikanalistten yardım alma noktasına gelmeyi de anlatmaktadır.
‘Portnoy’un Feryadı’nda Roth, ABD’de yaşayan Yahudilerin yaşamına, 1959’da yazdığı ‘Goodbye, Columbus’ dan (Türkçeye ‘Kucak Dolusu’ olarak çevrilmiş) daha da keskin ve öfke dolu bir dille yaklaşmıştır. Hem de roman kahramanı Portnoy’un “Yahudi Yahudi Yahudi Yahudi Yahudi Yahudi! Kusacağım artık acı çeken Yahudilerin destanından. Hadi bana iyilik edin, canımdan aziz halkım ve o acılarla dolu mirasınızı…ben aynı zamanda bir insanım da yahu!” (s. 60) diyerek öfke patlaması yaşadığını vurgular Roth. Diğer bir deyişle bir Yahudi’nin iç dünyası ilk defa bu kadar şeffaf bir dille ve samimi bir üslupla aktarılır bu romanda.
Alexander Portnoy, başarılı bir avukattır ve Dr. Spielvogel’a ergenliğinden yetişkinliğine kadar ne gibi sorunlarla karşılaştıysa aktarır. Beri yandan bu psikanalist odasında gizli tanık gibi her şeyi duyabilen okur, Portnoy’un iç dünyasında olup bitenlerle ilgili feryadını hisseder. ABD’de bir Yahudi olmak, İsrail’de bir Yahudi olmak nasıl ayrı durumlarsa, Avrupa’da bir Yahudi olmak ile ABD’de de Yahudi olmak farklıdır. İşte bu farklı durumların dinamiklerini irdelerken yazar, okur da ‘baskıcı Yahudi öğretisinin’ (ki başarılı ve mükemmeliyetçi hedef odaklı) insana nasıl bir sorumluluk yüklediği ve bu ağır sorumluluk altından yara almadan kalkmanın zorluğu (ki bu yüzden Portnoy bu sorumluluklardan kurtulmak istiyor) farkına varır, Portnoy için empati duygusunu geliştirir:
“Yoksa, daha işin başında, beslenmeyle ilgili bütün o yasakçı kurallarla düzenlemeler dayatılmamış olmasa, biz küçük Yahudi çocuklarının boyun eğmeye alışması nasıl sağlanırdı, sorarım size? … Yasaklar ağaçta yetişmez ki; sabır ister dikkat ister, kendini adayan ve feda eden bir ebeveyn ile çalışkan ve dikkatli bir küçük çocuk buldunuz mu, gerçek anlamda kontrollü, büzüğünü sımsıkı tutan bir insan yaratmak birkaç senelik iştir en çok.” (s.63)
“Doktor Spiegelvogel, suçluyu bulmak hiçbir yarayı hafifletmiyor -birini suçladıkça kanamaya devam ediyor yara, bu kesin- ama yine de, Yahudi aileler nasıl başarıyor bunu, nasıl oluyor da biz küçük Yahudi çocuklarını, hem bir yandan birer prens olduğumuza, bir yandan bulunmaz Hint kumaşı olduğumuza, birer dahi, çocukluk tarihi boyunca kimsenin güzel olmadığı kadar güzel, zeki olmadığı kadar zeki olduğumuza, bir yandan birer kurtarıcı ve bir mükemmelliğin ta kendisi olduğumuza inandırıp bir yandan da kendimizi bu kadar beceriksiz, bu kadar kifayetsiz, bu kadar düşüncesiz, bu kadar çaresiz, bu kadar bencil, kötülükten ve nankörlükten başka bir şey bilmeyen birer küçük … olarak hissetmemizi sağlayabiliyorlar?” (s.92)
“Şu terbiyeli Yahudi çocuğunun libidosunu özgürlüğüne kavuştur musunuz, lütfen? Gerekiyorsa viziteyi arttırabilirsiniz; ücreti neyse ödemeye hazırım! Derin ve karanlık hazlarla karşılaştıkça sinip kalmak yeter artık!” (s. 96)
İşte tam da Roth’un yapmak istediği budur, ABD’de Amerikan vatandaşı olsa da bir Yahudi’dir (öteki): “Onun için, bizim de herkes kadar makbul olduğumuzu söylemeyin bana, bizim de tıpkı onlar gibi Amerikalı olduğumuzu söylemeyin. Hayır, hayır, bu memleketin meşru sakinleri ve sahipleri, o sarı saçlı Hristiyanlar işte, istedikleri şarkıyı sokağa yayın yaparak çalabilirler onlar, kimse seslerini kesmeye kalkamaz.” (s.112)
İsrail’de ise bu sefer Yidiş bilmediği için kendini yabancı hissetmektedir: “Bir Yahudi ülkesinde bulunmam. Bu ülkede herkes Yahudi.” (s.194). “Dondurma yiyen Yahudiler, gazoz içen Yahudiler, sohbet eden, kahkaha atan, kol kola yürüyen Yahudiler. Oysa şimdi, otelimin yolunu tutarken tam anlamıyla yapayalnız hissediyorum kendimi.” (s. 195) Yani İsrail’de de ‘öteki’dir.
Beri yandan sadece Yahudi olmak değildir sorunu, ebeveynlerinin Portnoy’a yaklaşımları (aile ortamını bir tımarhaneye benzetir), özellikle de ‘anasının oğlu olmak’ gibi yetişkin bir birey dahi olsa onların baskısını hissetmektedir:
“… o tımarhanede doğru dürüst iki çift laf edebileceğim yegâne aklı başında insan olarak…” (s.70)
“Ey büyükten de büyük Allah’ım, bir Yahudi erkeği, ana babası sağ olduğu müddetçe on beşinde bir çocuktur ve onlar ölene kadar da on beşinde bir çocuk kalacaktır.” (s.86)
“… ben hala annemler telefon edip eve gitmeyeceğimi bildiriyorum işte! Hala ailemle mücadele etmekteyim!” (s.175)
“Başka kimi tanıyorsunuz ki, öz annesi tarafından koca bir bıçakla gerçekten tehdit edilmiş olsun? Hadım edilme tehdidini annesi eliyle bu kadar açık ve dolaysız biçimde yaşayacak kadar talihli olan başka kim var?” (s.197)
Tüm bu sorunlarının yanı sıra Portnoy’un bir de hayatının merkezinde yer alan saplantılı ‘cinsel hayat’ı ile barışma isteği vardır; artık normal bir hayat sürdürmek, aile kurmak istemektedir. ABD’de Yahudi olmanın verdiği kimlik sorunu cinsel hayatını da etkilemekte “Fethedeceğim Amerika’yı demek daha doğru olacak, Kolomb, Kaptan Smith, Vali Winthrop, General Washington’dan sonra şimdi de Portnoy. Sanki kaderim, kırk sekiz eyaletten (1960 larda 48 eyalet) birer kızı baştan çıkarmak. Alaska ve Hawai kadınlarına gelince, olumlu ya da olumsuz hiçbir duygu beslemiyorum onlara, onlarla bir alışverişim yok, …” (s.179) diyerek ABD’de Yahudi olmanın öcünü almayı amaçlamakta. Diğer yandan da “Ben de büyüyüp o erkeklerden olmak istiyorum! Pazar günleri saat birde yemek yemeye eve dönmek istiyorum.” (s.188) diyerek saplantılı cinsel yaşamına son verip normal bir aile kurmak istiyor birçokları gibi.
Tüm öfkesiyle Portnoy, Doktor Spielvogel’a “Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaahhhhhhhhhh!!!!!” (s.209) diye bağırır ve doktor da tuhaf bir acemi ifade ile çözüm odaklı başlayabileceğini ifade ederken umut bağlamak ister okur, bu eşsiz bilinç akışı tekniğiyle yazılmış monolog biterken. Belki de sadece bu gerçekçi, kirli ama insani feryadı işittiği içindir okur, ‘Portnoy’un Feryadı’nın Roth’un diğer romanlarından daha çok sivrilmesi.
Ayşe Zeliha Yılmaz
19 Mart 1933’te New Jersey’in Newark kentinde doğmuştur. Bucknell Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Chicago Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrenimi görmüştür. Ardından Chicago’da İngiliz edebiyatı, Iowa ve Princeton Üniversitelerinde yaratıcı yazarlık dersleri vermiştir. 1959’da, altı öyküsünü bir araya getirdiği ilk kitabı Goodbye Columbus yayımlanmıştır [Kucak Dolusu, Çev. Ülkü Tamer, Sander Yayınları, 1971]. ABD’li Yahudilerin yaşamını son derece kişisel, keskin ve ironik bir dille tasvir ettiği bu kitapla Roth, 1960’ta Ulusal Kitap Ödülü’nü almıştır. Ardından iki roman yazmıştır: 1962 tarihli Letting Go [Libby, Çev. Seçkin Selvi, Sander Yayınları, 1973] ve 1967’de yayımlanan When She Was Good. Şöhret ise 1969’da, ABD’nin nezih edebiyat çevrelerini karıştıran Portnoy’s Complaint [Portnoy’un Feryadı, Çev. Özden Arıkan, Ayrıntı Yayınları, 1999] ile gelmiştir. Bilinç akışı tekniğinde eşsiz bir monolog olarak nitelenen bu eser, çağdaş Amerikan edebiyatının en komik, en unutulmaz karakterlerinden birini yaratmıştır. 1972’de Ernest Lehman tarafından aynı adla sinemaya uyarlanan Portnoy’dan sonraki kitaplarında Roth, hep değişik anlatım teknikleri denemiş, her seferinde değişik konulara el atmış ama ana temalarından ya da “takıntıları”ndan hiç uzaklaşmamıştır: Yahudi olmak, erkek olmak, bir ananın oğlu olmak, aydın olmak; ve bütün bunlardan doğan her türlü marazilikle uğraşmaya devam etmiştir.
The Breast’le (1972) Kafka’ya bir nazire yazmıştır; ancak onun kahramanı, hamamböceğine değil, dev bir memeye dönüşmektedir [Meme, Çev. Seçkin Selvi, Sander Yayınları, tarihsiz]; Portnoy’u hatırlatan My Life As a Man (1974) ile başladığı Zuckerman serisinde [The Ghost Writer (1979), Zuckerman Unbound (1981), The Anatomy Lesson (1983)] “erkeklik” meseleleri ile uğraşmaya devam etmiş ve serinin son kitabı olan The Counterlife (1986) ile 1987 Ulusal Kitap Eleştirmenleri Çevresi Ödülü’nü almıştır. Çoğu romanı otobiyografik nitelik taşıyan Roth, 1988’de The Facts ile bu kez “adı konmuş” bir otobiyografi kaleme almış; minimalist bir kitap olarak nitelenen Deception’da (Aldatma) “aldatma” konusunu, rahatsız edici olmaktan sakınmayarak, acımasız bir içtenlikle işlemiştir. 1991’de Ulusal Kitap Eleştirmenleri Çevresi Ödülü’nü ona bir kez daha kazandıran Patrimony’de, aile mirası olan kültür ile bireyin kendi entelektüel gelişimi içinde yöneldiği kültür arasındaki çatışmayı, son derece dokunaklı bir dille incelemiş ve Adam Phillips’in deyişiyle, “kendi seçtiği babalarının, Freud ile Kafka’nın, uğruna reddetmiş olduğu babasıyla barışmış”tır. 1993’te Pen tarafından Faulkner Ödülü’ne değer görülen ve Time dergisince yılın En İyi Amerikan Romanı seçilen Operation Shylock’ta (1993), Yahudileri İsrail sürgününden kurtarıp onların Avrupa’ya geri dönmelerini sağlamaya kalkmıştır. Vietnam sonrası dönemi anlattığı American Pastoral (1997) [Pastoral Amerika, Çev. Orhan Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2008] ile 1998’de Pulitzer Ödülü’nü almıştır. The Dying Animal’da (2001) [Ölen Hayvan, Çev. N. Can Kantarcı, Ayrıntı Yayınları, 2007] erotik zevklerin peşinde koşmaya ant içerek eşini ve oğlunu terk eden bir akademisyeni anlatmıştır.
Son derece üretken bir yazar olan Roth, I Married a Communist’te (1998) [Bir Komünistle Evlendim, Çev. Orhan Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2004] yine Amerikan yaşamının trajik bir kesitini yine o keskin mizahıyla ele alarak McCarthy dönemini sorgulamıştır. Birbirinin muhbiri durumuna düşen bir karı kocanın hikâyesini, Zuckerman serisinin kahramanının gençlik yıllarına yerleştirerek Nathan Zuckerman’ın gözüyle anlatmıştır. American Pastoral’le başlayıp, Bir Komünistle Evlendim’le devam eden üçlemeyi tamamlayan The Human Stain 2000 yılında yayımlanmıştır. Saygın bir edebiyat profesörünün ırkçılık suçlamasıyla istifaya zorlandığı bu romanda, Roth yirminci yüzyılın ikinci yarısında Amerika’nın ruh haliyle ilgili derin soruşturmasını sürdürmüştür.
Büyük bölümü kitaplaştırılmamış olan çok sayıda öyküsü, deneme ve eleştiri yazısı da bulunan Philip Roth, 22 Mayıs 2018’de hayatını kaybetti.
Kaynak: https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/kisi/philip-roth/10