Birçok sanat dalında sıklıkla karşımıza çıkan bir anlam arayışı, bir soru vardır. Ömür nedir? Yaşamak neye denir? Göz açıp kapamak kadar kısa bir an mıdır yoksa bir kelebeğin ömrü gibi bir gün mü sürer? Sabahtan doğar, akşama ölür mü insan? Gel de anma şimdi Aşık Veysel’i… Gidiyoruz gündüz gece.
“…minik Johannes dünyaya gözlerini açacaktı. Marta’nın karnının sıcaklığında sağlıklı ve güzelce büyümüştü, yokluktan küçük bir insana, minik bir adama dönüşmüştü, evet, Marta’nın karnında el ve ayak parmakları, ciğerleri büyümüş, gözleriyle beyni gelişmişti, belki kafasında biraz saçı bile vardı, şimdi Marta’nın telaşlı çığlıkları arasında soğuk dünyaya gelecek, Marta’dan ayrılıp yalnızlığı tadacaktı, herkesten ayrı, yapayalnız olacak, hep yalnız kalacaktı ve bütün acılar bitip de zamanı geldiğinde tükenecek, yokluğa, geldiği yere dönecekti, yokluktan yokluğa, yaşam böyle ilerliyordu, insanlar, hayvanlar, kuşlar, balıklar, evler, fıçılar, tüm varlıklar böyle, evet, diye düşündü Olai, kuşkusuz bundan fazlası da var, diye düşündü, her şeyin yokluktan gelip yokluğa gittiği sanılabilir, ama tam böyle değil, çünkü daha fazlası var, ama nedir bütün o ötekiler? Mavi gökyüzü, yaprağa duran ağaçlar?…”
Ana rahminde başlar yaşam.
Derken doğarız. Sonrası ömür. ‘Bir ömür mutluluk dileriz’ sevdiklerimize evlenirlerken. Peki ömürlerinin 30-40 yılını birlikte geçiren çiftlerden birinin kaybı, geride kalan kişiyi nasıl etkiler, bilir miyiz? ‘Sizlere ömür’ denir ama nasıl yaşanacaktır kalan ömür? Çocuklarını büyütmüş, işlerinden emekli olmuş, başkalarına karşı sorumlulukları bitmiş çiftlerden, geride kalanı nasıl tutunmaya çalışır hayata?
“…Erna öldükten sonra ev bir tuhaf olmuştu, sanki o gidince içerinin sıcağı kaçmıştı, ocağı yakabilirdi elbette, elektrikli ısıtıcıları açabilirdi, zaten sonuna kadar ısıtıyordu evi, artık tutumlu değildi, yaşlanınca herkes gibi ona da aylık ödemeye başlamışlardı, tutumluluk gerekmiyordu artık, öte yandan evi ne kadar ısıtırsa ısıtsın soğuğu kıramıyordu, tıpkı yaktığı onca ışığa karşı ortalığı aydınlatamadığı gibi, işte bu yüzden yataktan çıkmayabilirdi bu kez, dayanabildiği sürece oyalanabilirdi, ama ne olursa olsun kişi kendisini bırakmamalıydı, ayakta durmaya, iş görmeye çabalıyordu, yoksa kaskatı kesilir, çöker giderdi.”
“Erna şu leğeni ne çok kullanırdı, çamaşır makinesinden önce ne çok çamaşır yıkamıştı bunlarda, evet, az değildi, şimdi Erna göçeli çok oluyordu, leğenlerse buradaydı, evet, işte böyleydi, insanlar gider, geriye eşyalar kalırdı…”
“… Erna’nın onu bırakıp gitmesi ne kötüydü, kendisinin önce öleceğini düşünürdü, oysa önce Erna ölmüştü, kendi başına yaşamak çok tuhaftı, çok uzun yıllardır evlilerdi, iyi bir karı-kocaydılar, yedi çocukları vardı, onca yıl boyunca mutlu olmuşlardı, arada atışıp tartışsalar da genelde sakin, huzurlu bir yaşam sürmüşlerdi, ama artık Erna dönmemek üzere gitmişti.”
Hayat merdiveni tırmanılırken kişiye eşlik edenlerin sayısı da azalır. İnsan yaşlandıkça azalır, azaldıkça yaşlanır. Çevresindeki akranlarının, akrabalarının, sevdiklerinin yavaş yavaş azalması yaşlı kuşağın ruh dünyasını nasıl etkiler? Her sabah yeniden doğabilmek, yaşamlarında anlam bulabilmek için ne kadar çaba harcamaları gerekir? Belki de artık yas kavramının yanına yaşlıların duygularına dair bilinç eksikliklerimizi de eklemeliyiz, ne dersiniz?
Nobel ödüllü yazarın bu romanı kayıplarına rağmen ömrünü sürdürmeye çalışan, yaslı ve yaşlı bir adamın iç dünyasına dokunurken, bizi de o dünyaya şahit olmaya davet ediyor. Bol virgüllü, akıp giden, tadına doyulmaz diliyle, sinematografik bir ‘film şeridi izlemeye’ hazırlanın.
Keyifli okumalar.
Kitap Adı: Sabahtan Akşama
Yayınevi: MonoKL
Sayfa Sayısı: 101
JON OLAV FOSSE: 2023 Nobel Edebiyat Ödülü ve 2015 İskandinav Konseyi Edebiyat Ödülü sahibi. Bergen Üniversitesi’nde “karşılaştırmalı edebiyat” okuyan Fosse’nin Norveç dilinin iki yazı standardından biri olan Nynorsk dilinde yazdığı ilk romanı “Raudt, svart“ (Kırmızı, Siyah) 1983’te yayımlandı. Çok sayıda oyun, roman ve çocuk kitabı bulunmaktadır.
Özlem Metincan