Son Ada, insanların barış ve hoşgörü içinde yaşadığı ütopik bir kara parçasının distopyaya dönüşmesini konu alan alegorik bir eser. Zülfü Livaneli en politik kitabım diye nitelendirdiği bu romanıyla 2009 yılı Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandı.
Yazar romanda anlatmak istediklerini doğrudan değil, sembollerle somutlaştırarak vermiş. Simgelerin gerçek hayattaki karşılıklarını bulduğumuzda, karşımıza tek bir ülke veya kişi yerine evrensel gerçekler çıkıyor. Her şeyden önce doğayla savaşmanın, doğal dengeleri bozmanın insanın kendini yok etmesi anlamına geldiğini görüyoruz. Olay örgüsü doğal zenginliklerle dolu küçük bir adada geçiyor. Burası yeryüzünde saklı bir cennet. Adayı yıllar önce çok varlıklı bir adam satın aldığında sevdiği birkaç dostunu da orada ev yapmaya teşvik ediyor ve böylece kırk hanelik bir topluluk oluşuyor. Birbirleriyle anlaşan, ellerindekiyle yetinmeyi seçen bu insanlar kendi kaynaklarıyla huzur içinde geçiniyorlar. Ada nüfusunu emekliler ve geçmişlerinden kaçmak isteyen orta yaşlılar oluşturuyor. Kırk evin içinde ne bebekten ne de çocuktan bahsediliyor. Dolayısıyla neslin devamı pek söz konusu değil. Bir başka ilginç özellik ise hikâyeyi anlatan kişinin sevgilisinin haricinde (ki o da takma ad) kimsenin adının geçmemesi. Adada herkes evinin numarasıyla çağırılıyor. Burada yöneten ya da yönetilen olmadığı gibi, mülkiyet de yok. Bu, akla Thomas More’un Ütopya’sını getiriyor. Bilindiği üzere Ütopya’da da halk toprak sahibi değildir, sadece toprak işçisi ve emekçidir. More, kitabında insanın doğuştan günahkâr sayıldığı Orta Çağ inancına karşı çıkarak insanın özünde iyi yaratıldığını ama mülkiyet ve güç dengeleri yüzünden sonradan kötü davranışlara yöneldiğini savunur.
Son Ada’da yaşayanlar özlerinde iyi ve saflar ancak ataletleri ve otorite karşısındaki pasif tutumları, ellerindeki mutluluğu sonsuza dek kaybetme tehlikesini doğuruyor. Kitabın sonuna kadar tamahkâr ahlakın geri dönülmez sonuçlarına bir bir tanık oluyoruz. Adadaki kusursuz düzen ve huzur, emekliye ayrılan darbeci devlet başkanının adaya yerleşmesi ile bozuluyor. Fakat asıl trajedi ekolojik dengelerin bozulmasıyla gerçekleşiyor. Başkan ilk olarak adanın en güzel koylarında yaşayan martılardan kurtulmak fikrini ortaya atıp beş yıldızlı otel hayalleriyle ada sakinlerinin gözlerini boyuyor. Karşı çıkan bir iki ses, iktidarın gücü karşısında cılız kalıyor. Kurulan komitede martı katliamına oy çokluğuyla karar veriliyor. Demokrasi adı altında gerçekleşen bu olaya kırılma noktası diyebiliriz. Demokratik sistemi, tehditle, korkuyla sindirilmiş kişilerin verdiği oyların geçerliliğini sorgulamadan edemiyoruz. Çoğunluk her zaman doğru karar verir mi yoksa bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mı der, demokrasi diktatörlüğün bir basamağı haline gelebilir mi diye sormadan geçemiyoruz. İnsanoğlunun gücü ele geçirdiğinde zalim olabilme kapasitesine şaşırıp kalıyoruz.
Livaneli esas meselesinin anlaşılması için dili olabildiğince açık ve sade tutmuş. Zaman zaman okuyucuyu da dahil eden, samimi ve içten bir yazım tarzı var. Bu roman bana daha çok Livaneli’nin şahsi acı tecrübelerini-1972 yılında fikirlerinden dolayı askeri cezaevinde yatmış ve 11 yıl sürgünde yaşamıştır- ve bir aydın olarak kaygılarını ifade çabası gibi geldi.
Hikâyenin genelinde Livaneli karşımıza kötülük kavramını sık sık çıkarıyor. İnsanın doğasında bulunan iyi ve kötü savaşına güzel bir örnek okuyoruz. Karakterler kötülüğün nedenlerini aralarında uzun uzun tartışıyor ama kötülüğün adım adım kazanışını önleyemiyorlar. Kitaptaki “Aynı denizde, aynı çevre koşullarında yaşayan köpekbalıklarının kötü, yunusların iyi olmasını neyle açıklayabilirdik? Aslında köpekbalığı neye göre kötü, yunus neye göre iyiydi? Belki de iyilik ve kötülük diye bir şey yoktu’’ satırları oldukça çarpıcı.
Bunların ötesinde roman bireyin kendine yabancılaşmasını anlatan bir metin olarak da görülebilir. Ben okurken birçok yerinde duraksayıp insanlık hakkında düşündüm hatta bazı yerlerinde insan olmaktan utandım. Yavaşça yapıldığı için tehlikeli olduğunu fark etmediğimiz, kanıksadığımız başka neler olabilir diye bulmaya çalıştım. Özgürlük kavramı coğrafyaya veya döneme göre değişkenlik göstermemelidir. Ancak toplumların siyasal yönetimini üstlenen politikacılar özgürlük kavramını hukuksal açıdan olmasa da pratikte değiştirebilirler. Bizi diğer varlıklardan ayıran en önemli özellik muhakeme yeteneğimiz ve düşünce özgürlüğümüzdür. Bunu elimizden almalarına izin veriyor olabilir miyiz?
Bu kitap son olarak bana şu soruyu sordurdu: Bizler kirli zihniyetlerin cehenneme çevirdiği dünyamızda hangi kurtarıcılara ümit bağlıyoruz? Son Ada’da kazananlar boyun eğen insan soyu değil, haklı mücadelelerinden asla vazgeçmeyen ve başkaldıran martılar oldu. Bunu aklımdan hiç çıkarmayacağım.
Pınar Alpay