Ölümsüz Bir Yazarın Portresi: Sevgi Soysal

“Gösterişsiz boyutsuz bir ses olsam,

Buyrukların anlamsız “u”ları arasından

Sızsam, yanına varıp sussam,

Sonra, birlikte güne çıkana dek,

Cümlelerin arasına sığışsam-dursam.”*

Sevgi Soysal denilince, önce kitaplarının yeni baskılarının kapağından bize bakan, muzip gülümseyişiyle hayat dolu bir kadın geliyor aklıma. Sonra ona yukarıdaki satırları yazdıran yaşadıkları, yaşayamadıkları…

1936 Eylül doğumlu Sevgi Soysal, yaşasaydı bugün 83 yaşında olacaktı… Selanik göçmeni mimar Mithat Yenen ve Alman asıllı Annaliese Rupp’un (Aliye) üçüncü çocuğu olarak doğdu. Nerelisin sorusuna “Hiçbir yerli değilim ben. İstanbul’da doğdum. Ankara’da yaşıyorum. Annemle babam ise bambaşka yerlerden gelmişler” diye yanıt verir. Arkeoloji eğitimi alır. 1956 yılında daha özgür olma fikri ile Özdemir Nutku ile evlenir ve eşinin burs alması üzerine Almanya’ya giderek burada da Göttingen Üniversitesi’nde arkeoloji ve tiyatro eğitimi görür.

1958’de Türkiye’ye dönerek oğlu Korkut’u dünyaya getirir. 25 yaşında çeşitli dergilerde yazmaya başlar. 1961’de Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’ne devam eder. Haldun Dormen’in “Zafer Madalyası” oyununda oynar. Max Frisch başta olmak üzere birçok oyun ve metni Türkçeleştirir. Sevgi Soysal’ın düşünce ve yazın dünyasında, dünya edebiyatını yakından takip etmesinin, irdeleyen ve sürekli yenilikler arayan yaratıcı zekasının önemli bir payı vardır.

Yaşamını yazdıklarının paralelinde de değerlendirebileceğimiz, yazıyla iç içe geçmiş bir 40 yıl…  Henüz sekiz yaşında evde dalgın, bir şeylerle uğraşan ve sürekli eşine aşk şiirleri yazan ve mırıldanan annesinin dikkatini çekmek için şiir yazmaya başlar Sevgi Soysal… 1962 yılında yayımlanan Tutkulu Perçem’deki metinler de kendi deyimiyle “düz yazı şiir denemeleri” dir. Varoluşçuluk akımından beslenen, adeta bir şiir gibi akan, insanın içindeki kuyuya taş atan, zihinde katman katman açılan bu metinlerden “Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz”’de Sevgi Soysal şöyle yazar:

“Ben kadının biriysem sevilmeliyim, sen bilmezsin güzel miyim, bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin, duymazlığın – ya en boş dalmalar gözelerimizde.”

Kadın duyarlılığının, düşüncelerinin izlerini de okuduğumuz Tutkulu Perçem, 1968’de yayınlanan Tante Rosa’nın taşlarını döşer. Kadın olmaya dair tüm gelgitleri, anlamları, anlamsızlıkları, hem kasabalı bir Alman kadını Tante Rosa’nın, hem Rosa ismini değiştirip her coğrafyadan kadınlara uyarlayabileceğimiz, Sevgi Soysal’ın da “O büyük annemden başlayarak bende biten bir çizgidir” dediği, yaşamını bozup bozup yeniden var eden, istemediği her düzeni yıkıp giden özgür bir kadının hikayeleri ile çağının ötesindeki okurlara seslenir Sevgi Soysal. Yaşadığı çağa da bir ışık tutarak…

O dönemde yabancı bulunan, bugünkü modern kadının bir portresini sunan yazar, özel hayatında da sürmeyen evliliklerini bırakır. 1964’te Özdemir Nutku’dan boşanır ve 1965’te Fuat Başar Sabuncu ile evlenir. Sonrasında tekrar ayrılarak 1971’de Mümtaz Soysal ile evlenir ve bu evliliğinden de iki kızı dünyaya gelir.

Tante Rosa’da bir yerde “Bir mektup bıraktı Tante Rosa arkada, üç çocuk bıraktı, biri emzikte…” diye yazdığı satırların ardından kendisi de biri emzikte üç çocuk bırakır geride; bir de yazdıklarını… Tante Rosa’nın “tekrar tekrar çirkinlikleri yaşamak” olarak tanımladığı ihtiyarlığı yaşamadan genç yaşta ayrılır dünyadan. Kendisini asıl duygulandıranın “bırakmak” olduğunu belirtir bir röportajında ve şöyle devam eder:

“Hiçbir şeyi hazırlamadan, belki de en gereksiz ve yanlış anda bırakmak.”

Tutkulu Perçem ile başlayan yazınsal yolculuğu 70’li yıllarda bir ihtilalin gölgesindeki Türkiye’de esen sert rüzgarlarla daha politik ve toplumsal sorunlara doğru evrilir. Yürümek romanında çocukluktan itibaren kadın ve erkeğin yetişme süreci ışığında topluma ve değer yargılarına mercek tutan Sevgi Soysal, kadın cinselliğini o döneme kadar yazılmamış, açık bir şekilde aktardığı için müstehcenlik nedeni ile toplatılır.

1971’de 12 Mart Muhtırasına muhalefet ve komünizm propagandası yapmak nedeni ile tutuklanır. Kısa süren ilk tutukluluğun ardından 1972 yılında siyasi nedenlerle tekrar tutuklanır. Bu dönemde yaşadıklarını Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu başlığı altında kitaplaştırır. Sevgi Soysal’ın hayata bakışının, esprili dilinin hakim olduğu metin, yazarı daha iyi anlamak isteyen okura bir ışık tutuyor. Bu anlatıda okuru acının içinden, hiçbir ajitasyona yer vermeden geçirerek, dönemin özünü tüm yalınlığı ile aktarıyor. Tutukluluk süresince Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin nasıl bir disiplin ile yazdığı da anılarında yer buluyor. Bu süreçte yaşadıkları, gözlemledikleri daha sonra Barış Adlı Çocuk başlıklı kitabında oldukça yetkin öyküler olarak yer buluyor. Hayat enerjisi ve olayları süzgecinden geçirdiği mizahi bakış açısına rağmen, Mümtaz Soysal’a yazdığı 8 Ağustos 1971 tarihli mektubunda kırgınlığı aşağıdaki satırlara yansıyor:

“…Hani Şarlo’nun filmleri vardır. Zavallı ‘küçük adam’ bütün iyi niyetlerine rağmen bir türlü beladan kurtaramaz kendini.

Artık suçlanmak istemiyorum. Kimseye beni suçlama izni vermeyeceğim.

Bütün iyi niyetli girişimlerimden yara alarak çıkmaktan yoruldum. İçimde onarılmaz bir kırgınlık var…”

1972 yılında Adana’da sürgüne gönderilen Sevgi Soysal, burada kaldığı 65 günden de Şafak adlı romanını meydana getirir. 1975 yılında yayımlanan Şafak, 12 Mart üzerine yazılmış en başarılı roman olarak değerlendirilmektedir.

Yaşamını yazdıklarına izdüşümünden takip ettiğimizde, hastalığını “Bir Ağaç Gibi” adlı öyküsü ile anlatır Sevgi Soysal.  Son satırlara doğru “Şimdi sadece yarından konuşmalı. Kuru dallardan, kurumaya yüz tutmuş öz suyunu tüketmiş uzantılardan budanmış bir ağaç gibi yenilenmeğe bakmalı” der ve kendisi de son ana kadar yaşamaktan, yazmaktan, büyük resme bakmaktan ve dudağının kenarında asılı duran gülümseyişinden asla vazgeçmez.

“Yazmak bir taşkınlık sonucu bende” diyen Sevgi Soysal’ın edebiyatı da bu taşkınlığın izlerini taşıyan dinamizm ve kendine has üslubu ile bugün de bütün canlılığı ile sesleniyor okuruna. Tıpkı kendisi gibi, düşündükleri de yazdıkları da yaşlanmıyor, her okumada farklı bir tat bırakıyor. Bir yerde “Kafamda yapmak istediğim yığınla şey var, ama ‘önemli olan hayattır’ ve hayatın bana bu olanakları ne ölçüde verebileceğini şimdiden kestiremem” diye belirtir ve kestiremediği bilinmezlik kısa süre sonra gerçekleşir. Yazmaya başladığı ancak yarım kalan “Hoş Geldin Ölüm” adlı kitabı ile de henüz 40 yaşındayken veda eder hayata…

Hep yenilikler aramış, sanatına da bu yaratıcılığı aktarmış bir yazarın yılların yetkinliği ile yazabileceği birbirinden farklı eserlerin bilinmezliğini ve özlemini biz okurlara bırakarak…

*Sevgi Soysal-Mümtaz Soysal Mektupları, Funda Soysal Arşivi, tarihsiz not. Büyük ihtimalle Mayıs-Haziran 1971 arasında yazılmış. (İsyankar Neşe / İletişim Yayınları sf.15)

Ayşen Erol

Kaynaklar:

İsyankar Neşe / Seval Şahin – İpek Şahbenderoğlu / İletişim Yayınları / 1. Baskı 2015

Tekliğin Türküsü / İpek Şahbenderoğlu – Funda Soysal / İletişim Yayınları / 1. Baskı 2018

Barış Adlı Çocuk / Sevgi Soysal / Bilgi Yayınevi / 2. Basım 1976

Tante Rosa / Sevgi Soysal / İletişim Yayınları / 21. Baskı 2018

Önceki İçerikKöln Gezi Notları 3: Festivaller-Karnavallar
Sonraki İçerikAntalya Kitap Fuarı Ziyaretçi Rekoru Kırdı
Ayşen Atalay
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. İş hayatında çeşitli sektörlerde satış ve pazarlama alanlarında hizmet verdikten sonra, kendi kanatlarımla özgürce uçmaya karar verdim. Evliyim ve 2011 doğumlu bir oğlum var: Umut, Ada Atalay. Yazının gücüne her zaman inanırım. Söz uçar yazı kalır sözü benim için sadece genel geçer bir kavram olmayıp içselleştirilmiştir. Yazmak, yazdıkça tutkuya dönüşen bir eylem aynı zamanda, tutkuyla yapılan ve okudukça beslenen. İşte tam da bu nedenle, Martı Dergisi’nin sayfalarında hayata, kitaplara, ilgi duyduğum alanlara dair izdüşümlerimi paylaşıyorum. İlginizi çeken her satırda birlikte kanat çırpmak dileği ile…