Bir insanı tanıyabilmek için genellikle onun hayatına bakarken, bir şairi ya da yazarı tanımak için eserlerine, bir filozofu tanıyabilmek içinse söylemlerine ve düşüncelerine bakarız. Peki, bir yazar, bir şair ve bir filozof tüm saydığımız rolleri üzerinde barındırıyorsa ve kendini anlatmayı sevmiyorsa? O zaman eserlerine bakarız. Tıpkı Oruç Aruoba gibi.
Hakkında kısacık iki paragraf dışında hayatıyla ilgili bilgiye ulaşmak neredeyse imkânsız. Oysa yazdıkları onu anlamamıza, hatta bırakın onu anlamayı kendimizi tanımamıza yardımcı olan rehber kaynaklar niteliğinde. Yazmak bir yazar için kimliğini ortaya koymak ve kendini anlatmak ise çok gerek var mı kronolojik hayat hikâyesini irdelemeye?
Aruoba, akademisyen, psikolog, filozof, şair, çevirmen ve radyo programcısı gibi farklı birçok özelliği barındırmasına rağmen bunlar içerisinden illa birini seçmesi gerekirse bunun “yazar” olmasını istediğini söyler. Bu da biraz önce bahsettiğimiz filozof ve yazar arasındaki iç sesin dile getirilişinin farklılığını hatırlatır. Onu ve iç sesini tanımak için eserlerine bakmak yeterlidir.
Yeri geldiğinde dağınık ruhumuza ilaç gibi iyi gelen, yeri geldiğinde şöyle bir silkelenmemize yol açan, sadece kendimize saklı tuttuğumuz, iç dünyamızı allak bullak eden kelimeler. Bir röportajında, “Bir yazar önce kendi kapısının önünü anlatmalı, en iyi bildiğini en iyi tanıdığını” diyen Aruoba’nın cümleleri hepimizin kapısının önü. Okudukça düşünürüz, düşündükçe sorgularız onun cümlelerini:
“Her şeyden önce unutmamalısın ki, yaşam zordur: “yaşamak” ise kolaydır; sana istemeden, verilmiştir, sana verilen kadarı da koşulsuz, öylesine senindir-kolayca, hafifçe…
Ama yaşam hazır verilemez sana-sana hazır verilen her “yaşama biçimi” de, sana aykırıdır; seni aykırı, çarpık hale sokar; ona uyarsan. “
Oruç Aruoba, Fahir Aruoba ve Osmanlı tebaası olarak Karamürsel’de doğan Boşnak asıllı Muazzez Kaptanoğlu’nun üç erkek çocuğundan biri olarak 1948 yılında İzmit’in Karamürsel İlçesinde doğar.
TED Ankara kolejinden sonra Hacettepe Üniversitesi’nde Psikoloji alanında lisansını ve yüksek lisansını tamamlayan Aruoba akademisyen olarak çalışmalarına devam eder. Bir söyleşisinde yazmaya henüz ortaokul yıllarında başladığını söyler. Üniversite döneminde yazmaktan ziyade iyi bir okur olur. 1973 yılında ürkek adımlarla da olsa yazmaya başlar ve birkaç yıl sonra bunu becerebildiğini düşünür. Bu dönemde ülkemizin gelmiş geçmiş en önemli felsefe hocası İoanna Kuçuradi ve Nietzsche aracılığıyla felsefeyle tanışır. 1972 ile 1983 yılları arasında Felsefe bölümünde doktorasını tamamlar. Ardından Almanya Tübingen Üniversitesi’nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Yeni Zelanda Victoria Üniversitesi’nde konuk akademisyenlik yapar. Akademik çalışmalarını epistemoloji, etik, Hume, Kant, Kierkegaard, Nietzsche, Marx, Heidegger ve Wittgenstein üzerine yapar. Ardından şiire ilgi duymaya başlar. 1983 yılında akademisyenliği bırakarak üniversite ile ilişiğini keser ve İstanbul’a yerleşir. Kendini tamamen yazmaya adar. İlk etapta bir kitap çıkarma düşüncesi olmadan bir şeyleri anlama çabasıyla yazar: ”Başlangıçta amacım hiçbirzaman ‹kitap› yazmak olmadı. Birşeyleri anlamağa çalışmak; eğri okuduğunu gördüğüm birşeylerin doğrusunu bulmağa çalışmak; birşeyi tam olarak dile getirmeğe çalışmak — yazma çabam buna benzer şeyler oldu. Sonradan, yazdıklarım, kendileri bir bütün hâline geldiler ve bana bir ‹kitap› olduklarını bildirdiler — o zaman, ‹kitaplaştırdım› ben de onları… Yani, ben kitap yazmadım: kitaplarım kendilerini yazdırdılar.”
İstanbul’da çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaparken yazdıkları ve çevirileri edebiyat dergilerinde yayımlanır. İyi bir çevirmen olan Aruoba, Wittengstein’ın eserlerini Türkçe ’ye ilk çeviren kişi olmasının yanı sıra Hume, Nietzsche, Kant, Rainer Maria Rilke, Von Hentig, Paul Celan ve Matsuo Bashö gibi düşünür, şair ve yazarların eserlerini de dilimize kazandırır. Aforizmalara dayalı felsefi metinler kaleme aldığı bu süreçte bazı çevreler tarafından Türkiye’nin Nietzsche’si diye de adlandırılır. Aynı dönemde Açık Radyo’da “Filozof Dedikoduları” programını hazırlayıp sunmaya başlar.
Üzerinde adının yazılı olduğu kitaplarının olduğunu söyleyecek kadar mütevazı olan Aruoba, filozof olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu Kant’ın bile, “Kimse kendine filozof diyemez,” dediğini söylerken, birinin kendisine filozof demesinin o kişinin filozof olduğu anlamına gelmediğini de ekler. Türkçe’nin filozof ile felsefeci ayrımını çok güzel bir şekilde ayırabilecek ustalıkta bir dil olduğunu düşünür. Felsefecinin simitçi, balıkçı gibi bir meslek olduğunu felsefe sattıklarını oysa filozofun bilgeliği seven kişi olduğunu söyler: “Çünkü bir de sophos’lar var. O bilge demek. Eski Yunan’da 7 bilge vardır ya, onlara sophos denir. Hiçbiri kendine sophos demiyor tabii. Pythagoras’dır yanılmıyorsam ilk defa philosophos sözünü kullanan. Bilgeliği sevendir o. Bilgeliğe ulaşmaya çalışan ama hiçbir zaman da ulaşamayacağını bilen. Hani Sokrates’in sözü var ya; “Bir bildiğim varsa hiçbir şey bilmediğimdir.”
Aruoba,“şiirin olduğu yerde felsefeye ihtiyaç yoktur,” diyerek şiire, şiir sanatına verdiği önemi sıklıkla dile getirir. Heidegger üzerinde akademik çalışmalar yaparken aynı zamanda onun şiirini ve şiire yaklaşımını da inceler: “Ona göre insanın temel sözü şiirdir. Çünkü insan yaşayan, dünyanın içinde olan, diğer insanlarla ilişkisini dil aracılığıyla kuran varlıktır. İnsanın bütün etkinliklerinde yer alan, içinde yaşadığı dil ile (tarihsel olarak da) içinde yaşadığı varoluş arasında kurduğu temel anlam ilişkisi, şiirde ortaya çıkar. İnsanın bilinen bütün tarihi boyunca çeşitli biçimlerde görülen “şiir” adı verilen dilsel kuruluşlar, bu temel ilişkiyi ortaya koymaya (dile getirmeye) çalışan insan yöneliminin ürünleridir. Heidegger de buna ulaşmaya, (anlamlandırmaya, yorumlamaya) insanın dünya ile ve diğer insanlarla olan ilişkisini ilk biçimiyle yeniden kavramaya çalışır.”
Nermin Sarıbaş