Uzun yıllardır yılbaşını İstanbul’da geçirdiğimden bu yıl bir değişiklik olsun istedim ve kolları sıvadım. Üç kafadar arkadaşımla yakınlardaki bir ülkeye, fiyatı uygun bir turla seyahate karar verdik. Hiçbirimizin evvelce gitmediği Portekiz’de karar kıldık.
Önce, 4.5 saat süren rahat bir yolculukla Lizbon’a uçtuk. Bizleri harika güneşli bir hava karşıladı. Rehberimiz ve grubumuzla otobüste tanıştık. Lizbon’u önce İstanbul’a benzettim; yüksek binalar, deniz, güneş… Derken şehrin içlerine girdiğimizde biraz sevimsiz geldi. Fakat eski şehir çok güzeldi.
Meşhur Rossio Meydanı, Alfemo Meydanı, Belem Kulesi, Keşifler Anıtı, Sao Jorge kulesi, St. Georges Şatosu’nun bulunduğu yerleri otobüsle gezerken gördük. Rehberimiz, 1755’te 8.5 şiddetindeki bir depremden sonra şehrin tekrar inşa edildiğini söyleyince, ilk görüşte Lizbon’dan neden hoşlanmadığımı anladım.
Eski binaların bazılarının ön cephe süslemesi seramikti. Seramik burada çok yaygın, eski atölyeler hâlâ yaşıyor.
Pompei Meydanı, Rossio Meydanı şehrin kalbi durumunda. Özgürlük Caddesi adını verdikleri bölümü, Paris’in Şanzelize’sine benzetmek istemişler ama olmamış. Alfemo bölgesi UNESCO tarafından koruma altında bulunuyor. Burada 1515 yılından kalma bir kilise var. Ünlü yazarları Jose Saramago’nun evini de müze haline getirmişler ama gezmeye vaktimiz olmadı.
Belem Kulesi’nin olduğu bölgede Monte Kristo’nun da heykeli var.
Belem bölgesi, “nata” adlı tatlısıyla meşhur. Pastane önündeki kuyruk çok uzundu ve sıraya girecek zamanımız yoktu. Natoyu başka bir pastanede tattık fakat açıkçası, öyle ahım şahım bir özelliği yoktu.
Akşam Fado dinlemeye, ünlü şarkıcıları Rodrigez’in fado söylediği lokantaya gittik. Bana öyle geliyor ki, Fado, Flamenko’nun danssız hali.
Lizbon Portekiz’in 800 yıllık başkenti olduğundan önemli bir şehir. Buraya gemilerle gittikleri deniz aşırı ülkelerden dünyanın her yerinden fidan getirdiklerinden ülkenin %40’ı ormanlık. 750 çeşit bitki türü var. Zeytincilikte çok iyiler. Mantar üretimi bir numara; ülkenin gelirini elinde tutuyor. Ayakkabıdan tutun çantadan şapkaya kadar her şeyi üretiyorlar. Bağcılıkta da üzüm türleri çok zengin olduğundan şarap çeşidi bol, ucuz ve tatları harika…
Halkın %85’i Katolik, %15’i Ateist. Tarih boyunca Porto şehrinin kadınları, pek çok ayaklanmada öncülük etmiş. Sömürülmüş bir ülke olduğu kadar da sömürmüş bir ülke olarak tarihe geçmiş Portekiz. Altın çağlarının bitmesi de İspanyollar yüzünden olmuş. Avrupa krallıkları evlilikle akraba olduklarından bütün topraklar evlilikle birbirlerine geçmiştir.
Portekiz’de her yerde horoz figürü var. Merak ettik rehbere sorduk bu bir efsane dedi. Anlatmaya başladı ben de not aldım sizlerle paylaşmak için tabi ki.
14.yüzyılda Santa Castellaga’da genç bir rahip vardır. Lizbon’da yaşar. Hac görevini yapmak için günler süren yolculuğa çıkar. Yolunun üstündeki bir handa gecelemek için durur. Hanın sahibi olan adamın karısı, rahibi görünce âşık olur. Rahip “Ben bir din adamıyım” der ve kadını reddeder. Hancının karısı, rahibe tuzak hazırlar. Kilisenin şamdanlarını çalar ve rahibin yattığı yatağın altına saklar. Sonra da rahibin hırsız olduğunu söyleyerek kilisenin şamdanlarını çaldığını şikâyet eder. Rahip zindana atılır. Rahip her gün yalvarır, derdini anlatır, suçsuz olduğunu söyler ama kimse buna inanmaz. Yıllar geçer. Sonunda yargıcın karşısına çıkarırlar. Yargıç o esnada yemeğini yemektedir. Rahiple alay eder. Eğer beni inandırmak istiyorsan bana mucize yarat der. O anda bir ses duyulur. Yargıcın yediği tavuk horoz olup ötmeye başlar. O rahip de sonra aziz olur.
Portekiz’de bulunan Fatima adlı mekân, Hıristiyanlar için bir Hac merkezi niteliğinde. Hikâyeye göre Fatima, 713 yılında burayı ele geçiren Emevi Emiri’nin güzelliğiyle meşhur olan kızının adıdır. Bir şövalye bu kıza âşık olur. Babasından kızını ister fakat Emir, ancak Müslüman olursa kızıyla evlenebileceğini söyler. Şövalye kabul etmez ve Fatima’yla birlikte kaçarlar. Bu aşkın hürmetine atfen bu öykünün yaşandığı yere kızın adı verilir.
Portekiz’de Portolular için çalışkan, Lizbonlular için tembel, Bragalılar için dua eder, Guambaralılar için düşünür derlermiş.
Bir diğer şehir olan Sintra’yı çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Sintra, pagan dönemde inanılan Ay tanrıçasının adı. Lizbon’a çok yakın olan bu tarihi şehir, aristokratların saray yaptırdığı bölge olarak tanınıyor. Burada golf müsabakaları yapıldığından golf turizmi çok yaygın. 1960’lardan sonra turizme açılmış. Çok fazla seramik atölyesi ve dükkanı var.
Atlantik kıyısının kenarında bulunan Kabodarakaya kaya burnuna geçtik. Burası Avrupa’nın en uç sınırı. Burada bulunduğunuza dair, kaligrafiyle yazılmış şık bir belge de satın alabiliyorsunuz. Madem buraya kadar geldin paranı almazsak olmaz diyor Portolular.
Cascais adlı balıkçı kasabası, popüler bir tatil merkezi haline gelmiş. Portolulara göre Nice ve Cannes’ı geride bırakmış. Lizbon’un en önemli kalesi burada: 15. yüzyıldan kalma bir eser. Bugün müze olarak hizmet veriyor.
Yılbaşı günü, önce güzel bir lokantada yemek yedik, ardından Rossio Meydanı’ndaki sokak eğlencelerine katıldık. Şehir halkı, çoluk çocuk sokaktaydı. Müzik dinleyip içkilerini içiyorlardı. Deniz kenarındaki bu meydanda konser dinleyip havai fişek gösterisini izledik. 12 dakika sürdü ve hayatımda izlediğim en güzel havai fişek gösterisiydi.
Meydanın kenarlarında ambulans ve polisler bekliyorlardı. Kimse kimseye dokunmadığı gibi çoluk çocuk herkes eğleniyordu. Demek ki Avrupa kültürü denilen şey burada kendini gösteriyordu. Şahsen gıpta etmedim desem yalan olur.
Porto, Atlantik Okyanusu’na akan Douro Nehri’nin kuzeyinde bulunuyor. Şarap mahzenleriyle bağcılığıyla meşhur küçük bir şehir. 3000 yıllık bir geçmişi var. O yüzden eski bir dokusu var. Binalar, meydanlar, avlular çok otantik. Şehirde 7 tane köprü var. Nehrin denize açılan kısmına kadar tekne turu yaptıktan sonra, güzel havanın tadını çıkarıp sokaklarda turladık. Akşam, Majestik Pastanesi’nde kahvelerimizi içtik.
Ertesi gün, önce bir Ortaçağ kenti olan ve UNESCO korumasına altındaki Obidos’a gittik. Burası “kraliçelerin şehri” olarak anılıyor çünkü krallar, kraliçelerine bu şehri hediye edermiş tarihleri boyunca.
Portekiz’e dair dikkatimi çeken diğer şeyler de küçük esnaflara ait el yapımı ayakkabı mağazaları ve seyyar satıcıların kaya tuzuna bulayıp pişirerek sattığı kestaneler oldu. Ayrıca yeme içme masrafları, diğer Avrupa ülkelerine göre oldukça ucuzdu.
Bazılarımızın beğenmediği Avrupalıların, ülkelerine, hele de ormanlarına nasıl sahip çıkıp değerini bildiklerini gözlemlemek için bile Portekiz’i görmeye değer.
Daha güzel seyahatler sizlerin olsun.
Sevgiyle kalın.