Her yeni bir ülkeyi gördükçe ve gezdikçe anladım ki, insanoğlunun öğreneceği çok şey var. İnsani değerlere saygı duyduğumu zannediyordum ama Japonlar kadar olmadığını bu seyahatte öğrendim. Bu yaşımda bunu diyeceğimi hiç düşünmemiştim. Japonya denince eskiden aklıma atom bombası ve deprem gelirdi. Buraya seyahat edeceğimi geçmiş yıllarda düşünmemiştim. Meşhur gezi grubumla Nisan’da sakura zamanının sonunu yakalayabildiğim için çok mutlu olmuştum. Bunu yapabildiğim içinde çok şanslıydım. Hele de Japonya’yı göreceğim için şansım ikiye katlanmış olarak düşündüm.
Japonya gezimi sizlerle daha önceki yazılarım gibi paylaşmayacağım. Çünkü burada yaşadığım ve gözlemlediklerimi anlatacağım. Japonya’nın Osaka şehrindeki Kansai havaalanına indiğimizde on iki saati uçakta tamamlamıştık. Üstüne de altı saatlik zaman farkını koyarsak, bayağı yorucuydu. İlk gözlemlediğim havaalanı pırıl pırıl ve tuvaletlerin otomatik ısıtıcılı olmasıydı. Para bozdurmak için vezne kuyruğuna girdiğimizde her veznenin başında bir Japon görevlinin form uzatması ve herkesle sırayla tek tek ilgilenerek formun nasıl doldurulması gerektiğini anlatması, sonunda da eğilerek selam vermesi şaşırdığım ikinci şey oldu. Bu şaşırmış halimle dışarı çıktığımızda her açık alanda rahatça sigara içebileceğimizi zannederken yanımıza bir görevli gelip saygıyla eğilerek sigara içme yerini göstermesiyle daha da şaşırdığımı düşünebilirsiniz.
Bir diğer detayımız akşamki yerel bir lokantadaki yemeğimizle ilgili. Dört kişilik masalara oturduk. İlk önce sıcak havlularımız dağıtıldı. Ellerimiz sildikten sona masayı inceledim. Masanın ortasında ocak ve üstünde içi su dolu tencere-tava benzeri bir kap var. Bir kişi gelip içine soya sosu gibi bir sos dökerek ısıyı ayarlayıp ocağı yaktı. Sonra farklı soslar masaya geldi. Zaten masada ıslak havlu ve çubuklar küçük sosluklar vardı. Bizden kalkıp açık büfeye gitmemizi ve istediğimizi seçmemizi istediler. Açık büfede çeşitli çiğ sebzeler ve erişteler vardı. Bunlardan alarak masaya geçerken ellerinde bir tabakta incecik kesilmiş biraz yağlı dana biftekler geldi. Bunları kaynayan suyun içine sebzelerle birlikte atarak yenilecek kıvama gelene kadar bekledik. Çubuklarla bunları alıp sosların içine batırarak yemeğe çalıştık. Kaynayan suyun buharının sıcaklığı ve çubuklarla yemek hayli yorucuydu. Yemekler yendikten sona yeşil çaylı dondurmanın içimi ferahlattığını söyleyebilirim. Üstüne de yeşil çay içince, yorgunluğumuz gitmiş oldu.
Japonya seyahatimiz on iki gün sürdüğünden ve her gün otobüsle şehirlerarası yol yaptığımızdan ve her şehirde Tokyo hariç bir gün kaldığımız için gezdiğim gördüğüm şehirlerin isimlerini yazacağım. Bu şehirlerdeki ne kadar bahçe ve temple varsa hepsini gezdiğimizi de söylemeden geçmeyeyim. Ama benim için en önemlisi burada yaşadığım duygulardı. Osaka’dan ayrıldıktan sonra Okayama şehrine geçtik. Buradaki Korakuen Garden’da dolaşırken Japon bahçe sanatının origamı ve ikebanadaki gibi muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Sırasıyla Kurashiki, Seto Island Sea, Hiroşima, Mıyajıma, Kyoto, Kanazawa, Shırakawago, Lake Suwa, Fuji, Hakone, Tokyo ve Nikko’yu gezdim. Şehirlerinden en beğendiğim büyük şehri Kyoto’ydu. Ayrıca dağların arasında ve Unesco’nun koruması altında olan eski bir köy olan Shirakawago’yu da özellikle belirtmeden edemeyeceğim.
Hiroşima denince hemen akla atom bombası geliyor. Gelmemesi imkânsız. Bu şehri yakından görmek beni çok duygulandırmıştı. Yeşillikler içerisinde ortasından nehir geçen bu güzel şehir, o mahvolmuş şehir görüntüsünden tek bir yapıyı ibret olarak bırakmış… Bu yapının etrafını demirliklerle ve binbir renkteki çiçekler arasına almışlar. Yapının biraz ilerisinde savaş zamanından kalan insanların o günlere ait yazı ve resimleri bulunuyor, ailesini savaşlarda kaybetmiş kişilerin hazırladıkları dosyalar orada sergileniyordu. Biraz daha ileri yürüdüğünüzde anıtlar karşınıza çıkıyor ve bu anıtlara asılmış rengârenk origamileri görüyorsunuz. Her anıtın başında yoldan geçenlerin durup dua ettiği ve öğrenci grupların ziyaretlerine tanık oluyorsunuz. Biraz daha ileri yürüdüğünüzde şehrin ortasına yapılmış müzeyi görüyorsunuz. Müzeye girince onlara yapılan insanlık ayıbından utanmanız için her şeyi gözler önüne serdiklerini hissediyorsunuz. Ne kadar özür bile dilense, bu ayıbı örtecek hiçbir şeyin olmadığını düşünüyorum. Her yerde kapkara erimiş demirler ve bina taşları… Camekanların arkasında topak olmuş saçlar, yırtılmış kıyafetler ayakkabılar, sefer tasları ve içindeki kömür olmuş yemekler, vücutlarındaki tahribatların resimleri ve daha niceleri…
Burada gördüklerimizin etkisi hepimizi öyle etkiledi ki, bir müddet kendimize gelemedik. Fakat Japonların bu kadar kısa zamanda toparlanıp, dünyanın büyük devletleri arasında yer almasını, burayı görünce daha iyi anladım…
Hiroşima’da konakladıktan sonra ertesi günü Miyajıma adasına gitmek için hızlı trene binmemiz gerekiyordu. Hızlı tren maceramız da şaşkınlığımın bir örneğidir. Hızlı trene binmek için vaktinde istasyonda olmamız çok önemliydi. Rehberimiz o kadar stresliydi ki, biz bir anlam verememiştik. Ama görünce hak vermemek mümkün değildi. Hele de bizim gibi kuralları pek takmayan bir millet olduğumuzu düşündüğümüzde…
İstasyonda grubumuzu ikiye ayırdı. İki ayrı vagondan binmemiz gerekiyordu. Çünkü inme binme olarak iki dakikamız olduğunu defalarca tekrar etmişti. Bizler de sırf rehberi tedirgin etmemek adına çok hızlı ve dikkatli hareket etmeye özen gösterdik. Hepimiz atıştırmalıklarımızı birbirimize ikram ederek sohbetimize devam ederken rehberimiz elinde iki ayrı torbalarla gelerek çöplerimizi koymamızı ve kesinlikle çöp yerine yolculuk halinde atmamamızı uyardı. İnerken atmamız gerektiği kuralını da öğrenmiş olduk. Ayrıca sigara içme kabinleri ve tuvaletleri o kadar temizdi ki, hayran kaldım… Japonya’da hiçbir ülkede görmediğim kadar düzen ve kural vardı. Hiçbir Japon bunlara uymamazlık yapmıyor ya da turistlerin de bunlara uymamasına müsaade etmiyordu.
Yollarda iki adımda bir sıcak kahve, su ve diğer içecekler için otomatik makineler; kapalı yerler için sigara alanları vardı. Yolda yürürken, yanınıza bir dilenci gelmesi imkânsızdı. İster metropol şehirlerinde isterse en ücra köyünde böyle bir şeyle karşılaşma imkanı yoktu. Fiyatlar her yerde aynıydı. Pazarlık yapmadan bir ülkede dolaşmanın dayanılmaz hafifliği, sizlere hep alışveriş yapma güdüsü veriyordu.
Bütün gezdiğim şehirlerdeki temple ve bahçelerin güzellikleri, insan elinin neler yapabildiğini bizlere gösteriyordu. Tokyo şehrine geldiğimizde gökyüzünü gökdelenlerden görmeniz azalsa bile yeşilliğiyle, düzeniyle ve güvenilir biçimde hangi saatte olsun gezmek, beş, altı katlı asfalt yollarla, adaları birbirine bağlayan köprüleriyle trafiğin bunaltmadığı şehri görmek, “Vay be…” dedirtecek cinstendi.
Her şeyden öte, insanlığın ne olduğunu anlamak için Japonya’ya gitmek ve onların kültürünü hissetmek başlı çok güzel bir deneyimdi…