Merhaba Martıdergisi.com okurları bugün bizim martının kanadına; geleneği geleceğe taşımak için çaba gösteren ve bunu büyük bir özveriyle, küçük bir atölyede çocuklara öğretmeyi amaç edinmiş, Gemlik’in en sevilen çini usta öğreticisi sevgili Fadime Keçeci takıldı. Bakalım Çini nasıl bir sanatmış, buyurun sohbetimize…
Merhaba Fadime Hocam, bize biraz kendinizden ve çini sanatı ile nasıl tanıştığınızdan bahseder misiniz?
Merhabalar Martı dergisinin sanat sever dostları. Öncelikle Martı dergisinde emeği geçen herkese, geleneksel sanatlara, sayfalarında yer ayırdıkları için çok teşekkür ediyorum.
Aslında hikâyem bilindik… Kendimi bildim bileli resim yapmayı çok severim. Ortaokul ve lisede karakalem çiçek resimleri çizerdim. Bir dönemde stilistlik çalışmalarım vardı. Kaderdir, bunların hiçbirine devam edemedim. Ta ki bir devlet kurumunda “Çini sanatı” ile tanışana kadar. Çiniyi tarihi mekânlarda görmeye, ev eşyaları olarak kullanmaya alışıktık ama onu yapmak ve yaşatmayı amaç edinmek çok farklı bir olguydu, çini benim için bir aşk …
Yani mektepli değilim.
Çini sanatına gerek bilgisi gerek öğretme aşkı gerek duruşu ve samimiyeti ile ömrünü “çini sanatına” vakfetmiş, çok iyi bir akademisyen olan Mehtap Araz hocamdan ders alarak başladım.
Geleneksel sanatlarda hoca, usta-çırak ilişkisi çok önemlidir. Bizler yani çıraklar, bazen haddi aşsak da hoca ve ustalarımızın hoşgörüsü bizi her zaman korur, kollar ve yine yeni bilgiler aktarmaya devam eder. Ve bizler bu sayede köprünün bir taşı olarak geleneği, geleceğe taşımak için köprüler oluştururuz.
Yıllar önce bir belgeselde çini boyamayı seyretmiştim. Renkler çok donuktu ama fırından çıkınca sanki mucize gibi o kadar ihtişamlı ve canlı renkler görmüştüm ki hayran kalmıştım. Bize biraz çini sanatının aşamalarını anlata bilir misiniz?
Çini aslında birçok aşamadan geçip öyle huzurunuza çıkıyor. Birçok aşamasını görmüyorsunuz bile… Nasıl mı?
Mesela; Kaolin, dolomit, kuvars, maya ve kilin birbiriyle buluşmasıyla oluşan “çamur” çeşitli şekiller alarak, fırınlara giriyor.
Bu bildiğimiz fırınlar gibi değil, bu iş için tasarlanmış özel fırınlar. Fırınlardan çıkan bu ham objelerin hepsine (kırılganlıklarından dolayı) “bisküvi” diyoruz.
Çinide bu aşamalar sabrın, emeğin ve alın terinin eseridir…
Bisküvi ile buluşan ellerimiz, gelen objeleri ve karoları, yüzeyin boyayı daha iyi tutunması ve daha pürüzsüz bir görünüm elde etmek için astarlı olan yüzeyi zımparalayıp, oluşan tozu temizleyip, bir sonraki aşamaya hazırlıyor.
Bisküviler hazırlanmaya devam ederken, bir yandan da bisküvilere dekorlayacağımız deseni oluşturma aşamasını devam etmemiz gerekiyor. Bunun için daha önceki üstat ve ustalarımızın bir ömür vererek hazırladığı geleneksel motiflerimizin devamlılığını da sağlamaya çalışıyoruz. Bu motifleri parşömen kâğıt üzerine çizip ya da kopyalama tekniği ile
Geçirip, altına bir sünger koyup, iğneli bir kalemle motif çizgileri üzerinden delerek desen şablonlarımızı hazırlıyoruz. Oluşturduğumuz şablonları, temizlemiş bisküvi yüzeyine oturtup, (dövülmüş odun kömürü) kömür tozundan yapılmış küçük bohçalarla, şablonlar üzerinde hafifçe narin bir balerin edasıyla geziniyoruz. Bu sayede kömür tozları, delinmiş şablon deliklerinden geçerek bisküvi üzerine deseni kopyalanmış oluyoruz.
Hazırlık aşamalarını tamamladıktan sonra artık dekorlamak için “tahrir” yani deseni oluşturan sınır çizgileri için kendine has fırça tutuş tekniği ile çizmeye başlıyoruz. Başlıyoruz derken… aslında her fırçaya dokunuşunuzda yeniden doğuyorsunuz… Bu benim şahsi fikrimdir… Çünkü; her çizdiğiniz tahrirde (çizgide) her defasında başka bir duygu yaşıyorsunuz, bu duygular sizin elinizdeki fırçadan bisküvi üzerine farklı lekeler bırakıyor.
Bu biraz da hâl dilini anlatmak gibi oluyor…
Artık tahrirlenmiş bisküvimiz renklenmeye hazır…
Tahriri çekilmiş desen artık hangisi lale, hangisi karanfil, hangisi yaprak bellidir. Bu aşamadan sonra yavaş yavaş renklenir. Düz boyama, darbeli (dımdık) boyama, havalı boyama, motif boyama, zemin boyama teknikleri ile bisküvi artık renklenmiştir.
Renklenen bisküvimiz fırın için tekrar hazırdır. Fırına girmeden kuruyan bisküvi objeler “sır” ya da “sırça” sıvı cam diye adlandırdığımız, boza kıvamında bir malzeme ile kaplanarak, kurumaya bırakılır. Kuruyan bisküviler artık fırınla buluşacaktır. Yirmi dört saatlik bir serüven sonrasında, fırına giren bisküviler… Hayallerde ki gibi muhteşem birer çini olarak serüvene son verecektir…
Peki bu ince ince işlenen birçok aşaması olan çiniyi çocuklara, şu içinde bulunduğumuz her şeyin hızlı aktığı zamanda öğretmek büyük cesaret değil mi? Maalesef zamane çocukları teknolojinin getirmiş olduğu, her şeye hızlı ulaşma ve çabuk sıkılmaktan mustaripler. Bu eğitimi vermeye nasıl karar verdiniz? Zor olmuyor mu?
Çini; benim yaşam kaynağım, ekmeğim ve suyum gibi yaşamsal. Hatta hayat felsefem, beni olgunlaştıran en büyük etken. Onu çalışırken içimdeki her şeyin sustuğunu hissediyorum. Konuşan, dinleyen ve gören her şey “çini” oluyor. Bu birazda insanın hayatında yaşadığı sevda gibi… Aşk gibi oluyor. Onu sizden alsalar, sizden geriye hiçbir şey kalmayacak gibi…
Ve çocuklar…
Çocukları o kadar çok seviyorum ki, onları hayatım dediğim sanatımla tanıştırmak, sevdirmek, büyütmek, olgunlaştırmak ve geleneği geleceğe emanet etmek istiyorum. Yani bulunduğum köprünün yapı taşlarını, kendimle birlikte kesip, törpüleyip, güzelleştirip onarıyorum…
Bununla birlikte.
Zamane çocukları dediğimiz kuşağı garipsiyoruz… Doğrudur. Hatta anlayamıyor ve anlaşamıyoruz da kimi zaman… Yalnız bu sadece onların kabahati değil. Esas onları dinleyip, çözümlemek bizim görevimiz… Bunu iki oğlum olduğu için biliyorum.
Her şeyden önce bu zamanın çocuğuna bir şey öğretmek kolay, bana kalırsa. Çünkü; teknoloji her şeyi gözleri önüne sermiş, seramik, çini nasıl bir şey bana gelmeden önce biliyorlardı, en azından aşinaydılar. Geriye ellerine fırça verip, onları özgür bırakmak kaldı. Onlar o özgürlükle tahrir çekerken, ben çini sanatının inceliklerini desenlerini, nasıl çizmeleri gerektiğini, boyaları, fırça tutuşları, malzeme ve bisküvileri tek tek anlatım, anlatırken zorlandım mı, açıkçası o kadar zevkle çalıştık ki bunu bilmiyorum…
Zorluk nedir?
Ya da çocuklar zorlanıyor mu? Bilmiyorum aslında. Çünkü; zorluktan önce amaç var, gayret var, istek var…
Yorulmadılar mı… Tabi ki yoruldular. O zaman onlara kalkıp atölyede başka neler var, gezip dolaşmalarına orada ufak tefek oyunlar oynayıp, bana minik mesajlar yazarak saklamalarına izin verdim… Ders sonrası onların sakladığı o sevimli mesajları bulup okudum… Onlar duyguları ile beni mutlu etti, ben sevgimle onları kucakladım.
Sonra geçirdikleri o bir hafta boyunca yaşadıkları, onlar için enteresan olan olayları ya da evde besledikleri canlıları anlattılar. Can kulağı ile dinledik birbirinizi hem çok eğlendik hem de onlarla birlikte öğrendik. Ben onlara çini sanatını öğrettim, onlardan da çocuk olmayı öğreniyorum…
Son olarak çini yapımını herkes öğrenebilir mi?
Atölyemizde 7 yaşından tutun 70 yaşına kadar kursiyerimiz var. Öğrenmekte hiçte sıkıntı çekmediler. Aslolan sanattır… Her yaşa ve her ruha hitap eder.
Bizler her haftanın son günü, çocuklarımızla birlikte olmaktan, onlarla çini çalışmaktan büyük bir zevk alıyoruz…
Ne dersiniz sizde geleneksel sanatlarımızdan ‘Çini’yi öğrenmek için bu hafta sonu atölyemizi ziyarete gelir misiniz?..
Benim gibi sabırsız bir insan bile eline fırçayı alınca meditatif bir duruma gelebiliyorsa; renkleri seven herkesin yapabileceğine inanıyorum bende… Çok teşekkür ederim Fadime Hocam bize zamanınızı ayırıp verdiğiniz bilgiler için; yolu Gemlik’e düşen olursa uğramadan geçmesin:)
Sanat ruhunuza, ruhunuz sanata dokunsun…
Sevgiler
Dilek Güney