Sanatçı

Yalnızlığın esiri olarak yıllarını harcamıştı. Gücü kuvveti yerinde olmasına rağmen sahip olduğu hiçbir şey yoktu. İstediğini yapabilecek özelliklere sahipti. Sevginin gücüne inanıyordu. Dostluğun… Karşılıksız iyiliğin varlığını her zaman önemsemişti. Birçok arkadaşı vardı ama yalnızdı işte. Arkadaşları tarafından pek sevilmezdi. Çoğu zaman küçümsenirdi. Güçlüydü. Cesurdu. Düşüncelerine saygı duyulsun isterdi. Sürekli yalnız gezer, gezdikçe fikirler üretir ve bu fikirleri harekete geçirmek için çaba sarf ederdi. Diğerleri gibi değildi. Bütün arkadaşları eğlence peşindeydi. O ise gücün her şey olduğuna inanır ve en büyük olmanın hayalini kurardı. Her zaman tek başınaydı. Hiç sevmedi, hiç mutlu olmadı. İnandığı şeyler uğruna her şeyini feda etmeye hazırdı…

Günlerden bir gün, arkadaşlarıyla koyu bir sohbete dalmıştı. Herkes bir düşünce ortaya atmıştı. Kendilerini eğlendirmenin yollarını tartışıyorlardı. Hiçbirisinin, hiçbir şey umurunda değildi sanki. Sıra ona geldi. O, sadece diğerlerine bakmakla yetindi. Hepsini tepeden tırnağa süzdü. Ayağa kalktı ve başladı konuşmaya. Sesi ilk defa gerçeği görebilmişçesine kırılgan çıkıyordu.

“Sürekli kendimizi sorguluyoruz. Neden diye soruyoruz. Neden? Aynı fikirleri tekrar tekrar tartışmaktan sıkılmadınız mı? Kendimize başka bir uğraş bulalım. İleri görüşlü olalım. Çünkü artık bir şeyler üretmemiz lazım. Bizler farklıyız. Bunu bildiğimiz halde neden hala bir şey yapmadığımızı merak ediyorum

Birkaç dakika ortalığı sessizlik bürüdü. Böyle bir tepkiyi kimse beklemiyordu. Çünkü onların en büyük keyfiydi boşa zaman geçirmek. Bir şeyler düşünmek akıllarından bile geçmiyordu.

Masanın uç kısmında oturan ve diğerlerinden daha çelimsiz görünüşlü olan konuşmaya ortak oldu.

                       “Üretmek mi? Ne üreteceğiz?”

O gün anladı ki geçen sayısız yılları, hiçbir şeyle dolduramamıştı. Hiçbir zaman anlamayacaklardı. Aşkı, sevgiyi, dostluğu, sadakati… Onlara, kopan fırtınalardan sonra sırtını dayayabileceğin bir limana hissedilen minnettarlığı anlatmanın lüzumu yoktu.

Kendisi de yaşamamıştı ama bir yerlerde bu duyguların varlığının rüzgarları esiyordu. Bunu hissediyordu. Ne olursa olsun bu hisleri öğrenmeliydi.

Tartışmaya daha fazla ortak olmadı ve gözlerindeki hayal kırıklığıyla birlikte duyduğu öfkeyi masadaki herkese hissettirerek oradan ayrıldı. Bir daha geri dönmeyecekti. Kendisi gibi olanları bulana kadar yol alacaktı bilmediği topraklara…

Her zaman sorduğu soruyu sordu yine kendine. Neden? Zaten cevabını istediği soru buydu. Bu sebeple arkadaşlarını terk etmişti.

Gitti, gitti ve gitti. Farklı bir şey görmeyi umut ederek gitti. Onu ayakta tutan umuttu. İnanıyordu. Hayallerine kavuşacaktı. Yorulmak nedir bilmeden ne kadar yol kat ettiğini fark etmeden, amacına ulaşmak için devam etti savaşına. Gezmedik görmedik yer bırakmadı. Keşfettiği yerlerin ardından bir hüzün kaplıyordu maskesinin arkasındaki benliği. Hayal ettiği gibi değildi. O kadar boş ve anlamsızdı ki gördükleri. Tek bir duyguya bile hitap etmiyordu. Bu çok saçmaydı. Elinden bir şeyler gelmeliydi.

Kafasındaki yer bambaşkaydı. Tarif edemiyordu ama hissedebiliyordu. Her geçen gün azalan inancına rağmen devam etti yoluna. Böylece günler ayları, aylar yıları kovaladı. Ve en sonunda…

Artık yolun sonuna gelmişti. Daha fazla keşfedilecek yer kalmamıştı. İstediği hiçbir şeyle karşılaşamaması onu hayata küstürdü. Oturduğu yerde düşüncelere daldı. Benliğini unutana kadar düşündü. Kim olduğunu, gücünün sınırlarını aşabileceğinin mümkün olduğunu anlayana kadar düşündü. Zaman kavramını unutana kadar düşündü. Ve bir anda heyecanla yerinden fırladı. Aklına gelen şey mükemmelinde ötesindeydi. Ama daha önce hiç denenmemişti ve imkansız gibiydi. Bir anda kafasında şüpheler oluşmaya başladı. Arkadaşları kesinlikle bu düşüncesine karşı çıkacaklardı. Kabul etmelerinin mümkünatı yoktu. Ancak o, ezilmiş, yalnız kalmış, ihanete uğramış, küçümsenmiş, sürekli kayıplardan oluşan yaşamına dönmek istemiyordu. Gözleri açılmıştı artık. Gerçeği görebiliyordu. İnandığı şeyler uğruna ilk defa bir kötülük yapacaktı.

Düşündüğü gibi de yaptı. Diğerlerinden daha dayanıklı olmuştu her zaman. Gücünü kullanarak eski arkadaşlarını, bir daha ona karşı çıkmamaları için öldürdü. Onlardan çekinmesine gerek yoktu artık. Şimdi sırada fikrini gerçekleştirmek vardı.

Kendini yalnız hissetmemek ve bundan sonra daha fazla saygı görmek adına girişimlerine başladı. Kendi kararlarını verecekti bugünden itibaren. Kimsenin ona karışmasına ihtiyacı yoktu.

God Creating the Birds and the Fish, Antonia Tempesta, c. 1600.

Kuklalar yapacaktı. Onları istediği gibi yönetecek, yönlendirecekti. İstediğini yaptıracaktı. Kendi yazdığı senaryoları oynamalarını sağlayacaktı. O kuklalara acıyı, hüznü, nefreti, intikam duygusunu yaşatacaktı. Bu sayede, bu hislerin ne demek olduğunu anlayacaktı. Bir tablo oluşturdu. Bir zanaatkar gibi en ince ayrıntısına kadar her şeyi düşündü. Kusursuz olmalıydı. Tek bir hataya bile yer yoktu. Hayatında hiç bu kadar çalışmamıştı. En sonunda istediği şeyi üretecekti. Altı gün boyunca kafasını kaldırmadan yeniden, yeniden ve yeniden yaptı planlarını. Yedinci güne geçildiğinde artık üretmeye hazırdı.

Ve Tanrı insanı yarattı…

Orhan Burak

Önceki İçerikKonuşan Hikâyeler – Ah Sisifos…
Sonraki İçerikGüllü: “İstanbul Sözleşmesi Kaldırılsın Diyene Dava”
Orhan Burak Acar
1990 yılında Ankara’da doğdu. 7 yıl dizi/filmlerde kamera arkasında çalıştıktan sonra tanıtım sektöründe creator ve yönetmenlik yaptı. Ardından kitap ve senaryolarına yoğunlaşmak için işini bıraktı. 2020 yılının son ayında ilk romanı Ucube-Karanlık Denge çıktı. Şimdi serinin ikinci kitabını yazmaya devam ediyor ve kendi senaryolarının hazırlıklarını yapıyor. Ayrıca senaryo dersleri veriyor. Egaliteryan düşünce yapısına sahip olmakla birlikte sürrealizm sanat anlayışını keyifle benimsiyor.