Her şeyin olağanüstü hızla geliştiği, insanların adeta bir arı gibi çalıştığı, koşturduğu zamanların içinde duran insanlar var. Hızlandırılmış bir hayat programının içinde, planlarını askıya almış, hayatını yavaşlatmış, yavaşlatmak mecburiyetinde kalmış onlarca belki de milyonlarca insan…
Kaç kişiyiz bilmiyorum, ancak hızla giderken durmak, eğer o duruşun içine bir aksiyon katmazsan çok da iç açıcı olmayabiliyor. Hele bir de yıllarca, gece -gündüz hızlı bir temponun içinde kendini unuturcasına çalıştıysanız ve böyle çalışmak, dinlenmek, huzurlu olmak ile eş anlamlı bir hale geldiyse, geceleri koyun yerine kaygı atlatmak kaçınılmaz olabiliyor.
Hayatta her şeyin bir sebebi olduğunu hatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını düşünen bir insan olarak, boşlukları artıya çevirmeyi başarabiliyorum çok şükür. Fakat bazen bu durgunluk denizinde vurgun yiyerek çıktığımı da itiraf etmeliyim. Garip, adlandıramadığım, anladığım fakat hayret etmekten de hala kendimi alamadığım bir iş trafiği yaşadım. Sisteme, etik olmayan çalışma koşullarına nasıl olsa bildiğim deniz diye bodoslama dalanlarınız varsa, bu vurgunu anlayacaktır mutlaka. Bunu da konuşmamız gerekiyor. Şu anda işini çok istediği halde yapamayan editör, yönetmen, kurgucu, spiker birçok insanız. Bu durumu sadece ‘bizim sektör’ içinde yaşamıyoruz. Bunu çevremde yaşanan dalgalanmalardan biliyorum. İnsanın, insanın biricikliğini yok saydığı, emeklerin önemsenmediği, ama ‘değer’ kavramının büyük punto alt yazıyla vurgulandığı çelişkiler dünyasının içinde var olabilmek güç. İnsanların mesajla işten çıkartıldığı, işe alım kriterlerinin manasını çözemediğimiz bu dönemi nasıl verimli geçirebiliriz? Durduğumuz yerde ne yapabiliriz? Ruh sağlığımızı koruyarak nasıl zinde kalabiliriz? İşte bu AZ SONRA sorularının cevaplarını duran dostlarım için aramaya devam edeceğim. Bu konuyla ilgili uzman görüşleri de almak istiyorum. Fakat öncelikle kendi yolculuğumu, bana iyi gelen şeyleri yazmak istedim.
Bazen her şey istediğimiz gibi olmayabiliyor. Bunların da sebebi var. Eğer iş yoksa, bir iş gibi kendimizi çalışma zamanı gelmiştir demek ki. Yanımızdaki yamacımızdaki insanları yaşama ve hissetme zamanı belki de…
“En uzun yoldur insanın içi“der Cahit Zarifoğlu. O durduğumuz yer, içimize yürüdüğümüz yer oluyor işte. Durduğunuz yerde; Şimdi Ben Ne Yapacağım? yabancılığı yaşayacaksınız ilk başlarda. Çünkü biz çalışmaktan ve saatlerimizi sadece işe harcamaktan başka bir şey yapmayı unutmuşuz. Unuttuğumuz için de bu yalnızlıkla, bu boş zamanları değerlendirme konusunda bir bebek gibi kalabiliyoruz. Emekleyerek bir şeyler yapmaya çalıştığımızda da zihnimizdeki o alışık olduğumuz ses devreye giriyor “Çalışmadan yaşamış olur musun?” Varlık sahasından ayrılmak, var olmamak demekmiş gibi. Bir dostum anlatmıştı. Yıllarca eşi ve çocuklarına hizmet eden bir dostu, eşinin boşanma eşiğine geldiklerinde panik olmuştu. Alışkanlıkların alarmı… Ve elbette daha sonra onu bekleyen o zor ve sancılı yalnızlık sürecinde kalakalmıştı. Ama beni en etkileyen şey, dostunun söylediği o söz olmuştu: “Ben yıllarca kocama eş, çocuklarıma anne oldum. Başka bir şey olmayı bilmiyorum, ben şimdi ne yaparım?” Yedi yirmi dört çalışan, yani bizim gibi işiyle eş olmuş insanlar için boş zaman demek, vurgun yemek demek. Ama endişelenmeyin, insan isterse her şeyi öğrenebiliyor. Durmanın hem sizi kendinize götürmek gibi bir misyonu olduğu gibi, kendinizi aşmak için de önemli bir fonksiyonu var. Kaliteli bir yalnızlık, sıkı ve samimi kucaklaşmalar yaratır. Kendinle olmanın ve yaşama bir de bu boşluktan, dolarak yürümenin dayanılmaz hafifliği…
Bu mevzuyu çok önemsiyorum. Muhakeme, değerlendirme, kendimizi geliştirme, eksiklerimizi fark etme ve daha önce yapmak isteyip de yapamadığımız şeyleri hayata geçirme dönemi. Her zaman güler yüzlü, mutlu, huzurlu olmayabilirsiniz ancak bunların hepsinin kendimize güç depolamamız için birer fırsat olduğunu unutmamamız gerekiyor.
Böyle zamanlarda dost desteği çok önemli. Etrafınızda gülümseyen, üretiminize destek olabilecek, sizi motive edecek dostlarınız olmalı. Sizi negatif girdabın içine sokacak insanlardan bir müddet uzakta durmanızı öneririm. Çünkü olduğunuz mesafeden sıçrama yapabilmeniz için, oradan zıplayacağınıza inanmanız gerekiyor. “Bazen hiçbir şey yapmamak da bir şey yapmaktır” diyecek dostlarınız olsun etrafınızda mesela. Asıl yoksulluk, insanın potansiyellerini unuttuğu, kendine inanmayı bıraktığı an başlar. “Yoksulluk, kişinin kendi sınırlarını görememesidir” diyen Stefano D’Anna Tanrılar Okulu adlı kitabında. Zaten bu yolculuğun en keyifli yanı da satır aralarında karşılaştığınız gizli dostlarınız.
Birlikte belgeseller, filmler izleyip, kitaplar okuyabileceğiniz, boşlukları doldurabileceğiniz dostlarınızı aramanızı ve onları yakınınızda tutmanızı öneriyorum. Eğer antenlerimizi açarsak, filmler de kitaplar da ihtiyacımız olan o cümleyi, o sahneyi önünüze seriveriyor. Marilyn Monroe’nın hayatının bir kesitinin anlatıldığı ‘Marilyn ile Bir Hafta’ filmini izledim, ikinci kez. Bu defa başka bir şey anlayarak, fark ederek. Her an değiştiğimi daha önce okuduğum kitapları tekrar okuduğumda, izlediğim filmleri tekrar izlediğimde anladım. İnsan bir gün durduğunda fark ediyor ne kadar değiştiğini. Hayatı boyunca mutsuzluğun pençesinden kurtulamayan, kendine güvensizliğin en üst boyutunu yaşayan dünya starlarının belgesellerini izlediğimde fark ettim, onları mutsuz eden şeyler, onları harika yapıyor. Yani eğer mutsuzluğun mutsuzluğunu yaşamaz, içindeki manayı fark edebilirsek, mutluluk tabelasıyla karşılaşabiliriz.
Çok fazla kendinizi irdelemeden, duraklama döneminde izlemediğiniz ne kadar film, belgesel varsa izleyerek, gezmediğiniz ne kadar yer varsa gezerek, okumadığınız tüm kitapları okuyarak beslenebilirsiniz.
Hiçbir şey yapamıyorsanız, canınız sadece yatmak, uyumak, öylece durmak istiyorsa, kedileri izleyin derim. Onların içinde bulundukları anı nasıl kaygısızca yaşadıklarını izleyin. Bir kedi gibi uzanın, bir kedi gibi dinlenin ve bir kedi kadar sakin ve sessiz anın içinde kalın. Ancak süreyi de çok uzatmayın, öğrenecek çok şey var dünyada. İlgi alanlarınıza doğru uzanabilirsiniz mesela.
Durduğum süre içinde ne yaptım? Sordum kendime, cevapladığım başka sorularla birlikte. Harika kitaplar okudum. Rilke ile sanat galerilerini gezdim, resimler ve ressamlar hakkında bilgi edindim. İstanbul’daki bazı türbeleri ve camileri gezdim. Hepsi ayrı bir birikimdi. Şairlerin bazı şiirlerini seslendirdim.
Öyle, birdenbire, içimden geldiği gibi, içimden geldiği için. M Treni’ne bindim ve Patti Smith ile onun hayatının içinde gezdim ve hayatından çok etkilendim. İnsan ruhunu dinlerse ve onun götürdüğü yere giderse, ruh yerini buluyor. Bunu ondan öğrendim. Şairlerin, yazarların peşinden, hatta bazen de hiç bilmediğim yerlere hiç bilmediğim yollardan giderek yaşamayı ve bunun verdiği hazzı ondan öğrendim. Şiir yazmayı, Puşkin’den, Fet’ten öğrenmeli diyen Tolstoy’a, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ataol Behramoğlu, Orhan Veli, Sunay Akın, Şükrü Erbaş, Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerinden bahsettim. Dünya şiirleriyle karşılaşmak ve mısralarda şükür bulmak da çok keyifliydi. Afanesi Fet’e her sabah bir hediye açtığımı hatırlatan o şiiriyle teşekkür ettim.
…
Seviyorum zevkini hayal etmenin
Seyrederken bildik dost geceleri
Ve sizi de ey meraklı gözlerim
Ömrümün en canlı hediyeleri
…
Müzisyenler, yazarlar nasıl üretmişler, nerede pes etmişler, nerede durmayı bilmemişler? Belgesellerdeki en önemli detaylar benim de hayatımda gördüğüm detaylara kapı açtı. Ne yapmamam gerektiğini ne yapmam gerektiğinden daha çok önemsedim. Baktım, ben aslında durmamışım. İçten dışa, dıştan içe yürümüşüm.
Durdum demeyin sevgili dostlar, durduğum yerde içime yürüdüm deyin.
Kendinizi bir şeylere gecikiyor gibi hissetmeyin, tam zamanında orada tüm varlığınızla olmak için duruşunuzu gözlemleyin.
Daha hızlı, daha sakin, daha verimli koşabilmek için bazen hayat filmimiz yavaşlar. Yavaşlatılmış bu filmin içindeki detayları izleyin.
Bırakın zaman aksın, mutsuzluğunuz, kaygılarınız, huzursuzluklarınız bir su gibi, bir şelale gibi aksın. Takılmayın, direnmeyin onu bir şekle sokup üzerinize giymeyin.
Güzel hayallere kötü elbiseler giydirmeyin. Ancak Mevlana’nın dediği gibi kötü hayallere de güzel elbiseler giydirmeyin. Daha öğreneceğim çok şey olduğunu ve asıl öğrenmem gereken şeyin bunların hiçbiri olmadığını da şu günlerde okuduğum Mesnevi’den öğreniyorum. Derin bir deniz ve şimdilik bu sınırda gerçekten duruyorum.
İlle de bir şeylere takılmak istiyorsak, bizi iyi hissettirecek, içimizdeki kara bulutları yok edecek güneş gibi satırların, repliklerin, şiirlerin peşine takılalım.
Kaygıyı, hüznü, kederi dönüştürelim. Birikelim bilmediklerimize, kötü huylarımızı verelim cömertçe ama sevinçleri mutlaka biriktirelim.
Budha “gürültünün patırtının içinde sessizce yürü” der. Bırakalım, hayat aksın, zaman koşsun. Amaçlarımıza, hayallerimize, içimizdeki yola keskin gözlerle bakalım, şimdi’nin üzerine tüm kaslarımızla gerinelim.
Zamanı gelince, tam zamanında tüm varlığımızla orada olmak için, bir kedi gibi sessizliğimizi büyütelim.
Sevilay Acar