Sorsanız hemen hemen herkes şiddete karşıdır. Peki, ‘Nedir şiddetin sebebi?’ diye sorsanız, herkes kendine göre bir yanıt verir. Bir kısmı insanın doğasında olduğunu söyler, bir kısmı da eğitimsizlik, parasızlıktan dem vurur. Belki hemen şiddet gösterenleri suçlar, genlerinde bir problem olduğunu söyleriz.
Yüzeydeki hikâyeler hem çok bariz hem de çarpıcıdır. Bundan nemalanmak isteyen içsel ve dışsal güçler de hediyenin paketini süslemekle meşguldür. Suçlular bellidir. Bağırır, çağırır, asarız. Bitti mi? Kaynak? Sebep?
Bu durum bir doktorun konuşmasını anımsatıyor bana:
“Bize şunu öğretirler; eğer bir kuyu suyundan su içen çocukların yüzde doksan sekizi hastalanıyorsa, hepsinin hasta olduğu doğrudur ve antibiyotik üzerine antibiyotik verilmelidir. Ama kimse bize kuyunun problemin kaynağı olduğunu ve bununla ilgili ne yapılması gerektiğini söylemez.”
Şiddetin kaynağı nedir? Bunu analiz etmek için tüm düşüncelerinizi, tutunduğunuz kimlikleri bir kenara bırakmanız gerekir. Kadın kimliğinizi, eğitimli kimliğinizi, mağdur kimliğiniz… Her ne kadar varsa. Çünkü zihin mevcut fikirleri koruma üzerine koşullanmıştır, yeni bir fikir zihin için bir tehdittir. Bu sebeple küçücük bir konu bile olsa haklı gelmeye çalışırız.
Şiddetin temelinde yatan şey ayrımlar ve bölünmelerdir. İnsan zihninin çalışma prensibidir bu; ben olmak için başkalarına ihtiyacı vardır, bir şeyi iyi diye tanımlaması için kötü tanımına. Dikkat ederseniz çocukken bile eğitimler karşıt kavramlarla verilir; ince-kalın, kısa-uzun gibi. Bölünmeyi ne oluşturur? Zihindeki bölünmeyi düşüncelerimiz oluşturur.
Düşünceyi Ne İle Besleriz?
Düşünce neyle besleriz? Geçmiş bilgilerimizden ve deneyimlerimizden. Kısacası aile, okul ve çevremizden alırız tüm düşünce kalıplarımızı. Bilgilerimiz de, deneyimlerimiz de geçmiş kaynaklıdır ve dolayısıyla sınırlıdır ve koşullandırılmıştır. İdeolojiler, din, ırk ve kültürel normlar bu koşullandırılmayı belirler. Kabul edersiniz ve tam tersi reddedip karşı çıkarsınız ama durum fark etmez; koşullanmanın bir tarafındasınızdır; bu mıktanısın her hangi bir kutbunu seçmektir. Ayrımın bir parçasısınızdır; dışarıdan nasıl gözüktüğünün çok fazla bir önemi yoktur.
Neden mi? Çünkü bireysellik bir illüzyondur. Carl Jung’un ilk defa ortaya attığı gibi kolektif bilinç, insanlığı çok daha derinden etkilemektedir. Yüzeyde görünen şeyler, kolektif bilincin bir yansımasıdır. Yüzeyde görünen bireysel ve bencil zihinlerin yorumlamasıdır. Bireysel zihin bütünün bir parçası olduğunu bilmez, o öleceğinin farkındadır ve bu ölüm korkusu onu yer bitirir; ayrımlar, arzular, yarattığı imgeler onu hayata bağlar.
İnsani Sorunların Kökeni: Korku
Her şeyi kökenine inecek olursanız, en derinde bir yerlerde korkuyu buluyoruz. Bu korku, tüm şiddete sebep veren ayrımcılığı, imgelemeyi destekleyen temel güç olarak yönetiyor çoğumuzu. Korkunun tersi nedir? Güvenlikli mi? Güvenlik arayışı mı? İşte bu mıknatısın diğer yönü ve ikiliğin başlangıç noktası.
Korkunun Tersi Sevgidir
Korkunun tersi sevgidir.
Dünyamız bizim bir yansımamız olduğu için kendimizi sevmemiz ama kendimizi olduğu gibi kabul edip, tüm yanlarıyla sevmemiz. Sevgi, bizi birbirimize bağlayan tek gerçek tek duygu, ama gerçek sevgi zihnin ötesinde bir kavram, ancak kalp yoluyla, sezgilerimizle ulaşacağımız bir şey.
Koşullanmış zihinlerimizin farkına varıp onun sesinin etkisizleştiğinde duyacağımız bir ses…
Bunu yapmak için tarafsız bir bakışa sahip olmalıyız. Zihnimizin düşünce kalıplarını gözlemlemeliyiz. Bunların farkına varırsak, onlarla bütünleşmeyiz. Bu da özgürlüktür.
“Özgürlük her istediğimizi yapmak değildir; özgürlük koşullanmış zihinden bağımsız olmaktır.”