Google’da bu soru sorulduğunda karşımıza çıkan makale ve benzeri yazıların yer aldığı portallarda genellikle Sylvia Plath için genç şairin intihar ettiği, ünlü bir şair olan kocası Ted Hughes tarafından aldatıldığı, manik-depresif bir şair olduğu ve/veya gizdüşümü şiirin önemli bir temsilcisi olduğu gibi bilgilerle karşılaşırız. Ancak bu kaynaklar arasından Yusuf Eradam’ın “Susma Cesareti” başlıklı makalesinde Sylvia Plath’a kendisiyle ilgili bilinen değerlendirmelerin dışında bir bakış açısıyla yaklaşılmış ve Yusuf Eradam, makalesinde “Batı’nın edebiyat eleştirmenlerinin Sylvia Plath’ı incelerken şairin nasıl yaşadığından, nasıl ürettiğinden çok intiharı ile ilgilenmeyi” tercih ettiklerinden söz eder. Çünkü birçok kaynağa göre şairin sadece şiirlerinden yola çıkılarak değil, tek romanı olan Sırça Fanus’da bile şairin ikinci intihar denemesi ve iyileşme süreci konu edilerek birçok edebi tartışma yapılmıştır. Hatta Plath’ın intiharı ile ilgili tez yazanlar bile vazgeçirilmeye çalışılmıştır:
“Sylvia Plath etkisiymiş! Haydi oradan! İntihar edenler sadece kadın mıdır ya da sanatçılar mıdır? İntihar etmek kadınsı bir eylem midir? ‘Nilgün Marmara’nın intihar etmesinin temel nedenlerinden biri de Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirme tezinde Sylvia Plath’ı incelemiş olmasıdır’ demek de aynı bağnazlığın, ahmaklığın işaretidir. İntihar edenin bireysel iradesini soğurmak eğilimini sergiler bu tanı. Marmara’nın ‘çölgörmüş halini’ okuyup bir filozofa şapka çıkarmak yerine, onun intiharını bir kadının zayıflığının tezahürü, inceldiği yerden kopmuşluğu gibi göstermek acizliğidir.” (Yusuf Eradam, “Susma Cesareti) diyerek Eradam şiddetle bu tür yorumlara karşı çıkmaktadır.
Her metnin kaç okuru/okuyanı varsa o kadar sayıda da “anlamı” vardır görüşünü kabul edersek bana göre Sırça Fanus Feminizme katkısı açısından edebiyat dünyasında yeterli kabul görmemiştir. Çünkü Sırça Fanus, sadece Sylvia Plath’ın hayatının bir dönemini yansıtmamakta aynı zamanda 1950’li yılların Amerikan toplumunda kadının yerini de sorgulayan ve irdeleyen bir romandır.
Roman kahramanımız Esther’in bir genç kız olarak duygu ve düşüncelerini daha Ladies’ Day dergisi nedeniyle New York’a gittiğinde orada başından geçenleri aktardıklarında anlıyoruz. Ladies’ Day dergisinin açtığı yarışmayı şiir ve moda sloganları yazarak kazanan 12 genç kızdan biri olan Esther’in diğer kızlara karşı üstten bir bakışı olduğunu hemen fark etmek mümkün:
“Çok hızlı yemeye de özen gösteriyordum, böylelikle zayıflamaya çalıştıkları için yalnızca yeşil salata ve greyfurt suyu ısmarlayanları hiç bekletmemiş oluyordum. Zaten New York’ta karşılaştığım hemen herkes zayıflamaya çalışıyordu.”
Genç kızların estetik kaygısını; organizatörlerin kendilerine “… en güzel, en zeki hanımlar topluluğuna…” şeklinde hitap ederek zekâ ve güzellik vurgusu yapmalarını; “Zarif, kadınca bir alkış serpintisinden sonra…” derken alkış için ‘kadınca’ ifadesini kullanması hemcinsleri ile ilgili eleştirel bir bakış açısının olduğunun bir işaretidir. Betsy’nin mink kuyruklarıyla fular yapmayı öğrenmesini, Hilda’nın şapka yapmayı bilmesini sanki gereksiz buluyor ama kendi fikrini doğrudan söylemek yerine Doreen üzerinden “Şimdi burada olsa Doreen, Hilda’nın büyüleyici kürk parçası hakkında incelikli, iğneleyici bir söz mırıldanıp beni eğlendirirdi” diyerek genç kızların bu tür becerilerini dolaylı bir ifadeyle olsa da eleştiriyor. Ladies’ Day dergisi editörü Jay Cee’i ise “Müthiş çirkin ama son derece akıllı görünüyordu.” diyerek överken sinemada “futbolla karışık bir aşk hikâyesi[ni]” seyretmeye gittiğinde filmdeki kızlarla ilgili “… kızlar ya şık giysiler içinde, yakalarında lahana büyüklüğünde turuncu çiçeklerlerle tribünlerden el sallayıp oyuncuları coşturuyor ya da bir balo salonunda ‘Rüzgar Gibi Geçti’den fırlamış tuvaletler içinde kavalyeleriyle pistte dolanıyor ve sonra da makyaj odasında gidip birbirlerine hakaretler yağdırıyorlardı” gibi ifadelerle genç kızların giyimlerine eleştirel yaklaşıyor.
Bir yandan genç kızları eleştirirken diğer yandan da erkeklere karşı da Esther, “Bayan Willard’ın simultane çevirmeni muhtemelen kısa boylu ve çirkindi ve ben Buddy Willard’da olduğu gibi ona tepeden bakacaktım” diyerek küçümseyici bir bakış açısı sergilemektedir:
“…oğlanın ne kadar şişko olduğunu ve erkek için, özellikle genç bir erkek için bunun ne büyük bir bahtsızlık olduğunu…”
“Beni çileden çıkaran şey, Buddy’nin ben çok seksiymişim, kendisiyse çok safmış gibi davranırken aslında o aptal garson kızla defalarca yatmış olmasıydı; herhalde yüzüme gülmemek için kendini zor tutmuştu.”
“Constantin boyumun çok uzun oluşuna, yeterli dil bilmeyişime ve Avrupa’yı görmemiş oluşuma aldırmayacak, bütün bunların gerisinde gerçek beni görecek diye düşündüm.”
gibi ifadelerle erkekleri de fiziksel özellikleriyle değerlendiriyor.
Esther, kızlar ve erkekler ile ilgili görüşlerini “kadın erkek ilişkileri” ve “evlenme” konusunda ise başka bir boyuta taşımaktadır:
“… benim evlenmeye hiç niyetim yoktu.”
“Ne var ki ben, erkeklere herhangi bir biçimde hizmet etme fikrinden nefret ediyordum.”
“…sabahtan akşama dek yemek pişirmek, temizlik yapmak ve çamaşır yıkamaktan başka bir şey yapmıyordu, oysa o bir üniversite profesörünün eşiydi ve bir zamanlar bir özel okulda öğretmenlik yapmıştı.”
“Ve biliyordum ki bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına yedirdiği akşam yemeklerine, verdiği güllerle öpücüklere karşılık olarak gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının Bayan Willard’ın mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi.”
Esther, eskiden Reader’s Digest’taki hamileliği önleme ile ilgili makaleyi hatırladığında “Erkekler elbette bir kızı kendileriyle sevişmesi için kandırmaya çalışacak ve onunla evlenmeye söz vereceklerdi ama kız razı olur olmaz da ona olan tüm saygılarını kaybedecek, bunu kendisiyle yaptıysa başka erkeklerle de yapabileceğini söyleyip kızın hayatını zehir edecekti.”
“El değmemiş bir kız olup yine el değmemiş bir erkekle evlenmek hoş bir şey olabilirdi ama ya adam evlendikten sonra birden bire Buddy Willard’ın yaptığı gibi aslında el değmemiş biri olmadığını itiraf ederse ne olacaktı? Bir kadın bir tek temiz yaşantısı olması gerektiği, oysa erkeğin biri temiz, öteki kirli iki yaşantısı olabileceği düşüncesi beni çileden çıkarıyordu.”
Bu satırlardan anlaşılacağı üzere Esther, kadın erkek ilişkilerinde ister evlilik öncesi olsun ister evlilik içinde olsun bir hakkaniyetten yana olduğunu, “namus”, “sadakat” ve “dürüstlük” ve / veya “fiziki özelliklerin önemi” gibi kavramların sadece genç kızlar için değil genç erkekler için de geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Böylelikle Esther, toplumun insanlara dayattığı bazı kimliklerin ve rollerin baskısını reddetmektedir:
“Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum. Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, bana göz kırpıyordu. İncirlerden biri, eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı; bir başkası ünlü bir şair, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör Ee Gee, …değişik meslekleri olan bir yığın aşık, bir başkasıysa Olimpiyat şampiyonu bir kadındı, ve bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım bir sürü incir daha vardı. Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum, incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. İncirlerin hepsini ayrı ayrı istiyordum ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti …”
Çünkü genç kızlar için seçilecek kimliklerden birinin diğerinin de seçilmesinde engel olduğunu birçok örnek üzerinden göstermeye çalışmıştır.
Yazının başında Sırça Fanus’u otobiyografik olarak ele aldığımızda Esther’in Sylvia Plath olduğu kabulü ile tartışmayı yürüttüğümüzde Esther – Sylvia 1950’lerin “kadın”ının sesini okuruna duyurmaya çalışmış, daha o zamanlar romanını yazarımız kendi adıyla bile yayımlatamasa da kadın için biçilen rolleri eleştirerek “kadın”ın sesi olmayı başarmıştır. Yusuf Eradam’ın da dediği gibi…
“Plath, susma cesareti gösteremeyen ahmakların imrendiği bir yalnızlığın kurbanı değildir. O fallosantrik, fallomorfik bir Batı yaşam düzeneğine şiirleriyle baş kaldıran bir cengaverdir. Kadına bireyselliğini yaşatmayan, insanı insanlığından çıkaran ve ‘ötekileştirme’ üzerine kurulu bir düzenin her ayrıntısına bakma cesaretini gösteren ve ölüm adlı mutlak gerçeklikle şehvetle sevişen bir yiğitti o; ”Sylvia” adlı filmde gösterildiği üzere kocasını kıskanan ve bu yüzden de kendisini yok etmek isteyen aciz bir kadın değildi.” (Yusuf Eradam, “Susma Cesareti)
Sylvia Plath, yaşamındaki kısır döngüyü kırabilmeyi başarsaydı Yusuf Eradam’ın da vurguladığı gibi sadece şiirleriyle değil yazacağı nice romanlarda kim bilir daha “hangi kadınların sesi” olacaktı. Çünkü 1962’de yazdığı bir kadınlar koğuşunda geçen manzum kısa oyunu “Three Women” (Üç Kadın) da şair hala yaşıyor olabilseydi daha çok sayıda ‘kadın’ meselesini irdeleyen yapıtlar üreteceğinin işaretini vermektedir. Böylece okurlar, yıllardır Mariyln French, Fay Weldon gibi feminist yazarların yanı sıra Sylvia Plath’ı da okuma şansını elde etmiş olacaklardı.
Yusuf Eradam’dan alıntılar http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/040812/01.html sitesinden alınmıştır.
Ayşe Zeliha Yılmaz