Birbirine sımsıkı dayanmış müstakil evler düşünün. Bahçesinde incir ağaçlarının olduğu, mis kokularının bütün bir mahalleyi sardığı, odalarda yürüdüğünüzde ahşap gıcırtılarının bir melodi gibi ruhunuza işlediği…
Bir tarihin içinde başka bir tarihe tanık olmak, her sabah uyandığında Haliç ile göz göze gelmek ve karşı tepede yatan tarih yazmış o büyük insanlara selam vermek…
Kasımpaşa ile ilgili ayrıca bir yazı yazacağım ancak misafiri olduğum bu semt beni o kadar büyüledi ki, bunları yazmadan geçemedim. Eğer dikkatle ve sessizce dinlerseniz, tarihi ve bir zamanlar içinde yaşayanların adeta diri ve canlı bir enerji olarak dolaştığını hissedeceksiniz.
Orada doğmuş, büyümüş ve hala aynı mahallede yaşayan özel bir kadın ile tanıştım. Onu dinlerken Genceli Nizami’nin “iyilik insanlık sanatıdır” sözünü anımsadım. Hayatına iyiliği bir sanat gibi işlemiş bu değerli insanı sizlerle de tanıştırmak istedim.
O yıllardan bugüne ulaşan o yaşam sandığını birlikte açtık ve tek tek çıkartıp hepsine özenle, özlemle baktık. Kalbi oyalı komşuluklar, sevgiyle işlenmiş dostluklar, emekle örülmüş ilişkiler, oyuna boyanmış çocukluklar… Desteği olana uzatılan yardım elleri, farklı din, dil ve görüşten insanların birbirlerini aynı dilde sevdiği, anladığı, incelikle yoğrulmuş yıllar, anılar…
Aklım o yıllarda yaşanan bu sıcacık ilişkilerde kaldı. O anlatırken adeta yaşadım ve içinde gezdim o dönemin…
Bir süredir Kasımpaşa’da misafir olduğum değerli bir dostumun halası Sevil Abla. Eskiden müstakil olan bu ev şimdilerde bir bina görüntüsüyle Haliç’i kucaklıyor. Dedeler, babaanneler, torunlar ve torunların torunlarını görmüş ve hepsinin o güzel enerjisini özenle korumuş bir dairenin penceresinden Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim Camii’ne bakmak, gecesini gündüzünü bir başka alemde yaşamak benim için muhteşem bir deneyimdi. Kasımpaşa’nın tarihi, insanları, insanın ruhuna dokunan Haliç’i Kasımpaşa’ya ayrı bir sempati duymama nedenlerden sadece birkaçıydı. “Ana gibi yar, İstanbul gibi diyar olmaz” diyen Necip Fazıl Kısakürek’in şiirinin içine çadır kurup yaşadım adeta İstanbul’un Kasımpaşa’sında.
İstanbul’un “bir zamanlar buralar bostandı, şuralar da destandı” zamanlarını bilen ne kadar insan tanıdıysam aynı zarafetle giyinmişti ruhlarını. Sevil Abla o zarafetin içinde ayrıca şefkatli bir anne kalbi taşıyor. Sevdiklerini koruyup, kollayan, anlayan, sevgisi ve ilgisiyle besleyen bir kadın. Bu nedenle hem mahallenin hem sokak çocuklarının hem tribünlerin Sevil Annesi olmuş.
77 yaşında ve fanatik bir Beşiktaş aşığı…
Beşiktaş Kulübü’ne üye olan ilk kadınlardan biri…
Beşiktaş’ı da evladı gibi koruyup, kollamış, hiçbir zaman yalnız bırakmamış ve ihtiyaç halinde yola çıkan ilk kişi olmuş koruyucu bir kartal…
Evi, kıyafetleri, eşyaları, siyah ve beyaz renkleriyle, kalbi de Beşiktaş aşkıyla dolu. Bir Atatürk, bir de Beşiktaş gözlerinin kocaman açılmasına, heyecanla dolmasına yetiyor.
Onun içindeki zenginlikleri, enerjisini burada yazıyla anlatmaya kalkışsak sayfalar yetmez. Bu röportajı özellikle, “benden geçti, bu yaştan sonra unumu eler, eleğimi de asarım” diyenlerin okumasını çok isterim.
Sevil ablanın hala bu kadar dinç ve genç kalabilmesinin ve “hala yapılacak çok şey var” demesinin en önemli sebebi, kendisinin de dediği gibi, birilerine yardımcı olmak. Yardımseverlik aynı zamanda insanın kendisine de dokunması demekmiş, onu dinlerken anladım. Sokak çocukları, yaşlılar, tribün arkadaşları, ailesi, dostları ve elbette Beşiktaş’ı en önemli aşkları…
“Hiç çocuğum olmadı ama bir tribün dolusu çocuğum var” derken gururlu bir anne gibiydi.
Bugün şunu da çok iyi anladım ki, “ömrüne bereket” çok anlamlı bir dua. Bir insanın ne kadar ömür yaşadığından ziyade o ömrü nasıl yaşadığı çok daha önemli. Ondan öğrendiğim diğer şey ise, inandığın her şeye aşk ile sarılmak ve aşk ile yol almak. İster takımın olsun ister ailen, isterse çocukların, ihtiyaç anında yani tam zamanında orada olmak.
Sadece kendi çocuklarımızı değil, başkalarının çocuklarını da kendi çocuklarımız gibi gördüğümüzde annelik başlar. İşte bugün, hayata ‘anne’ göreviyle gelmiş ve görevinin hakkını severek ve sevilerek vermiş, dünyaya, insanlara, durumlara, olaylara güzel bakmış, güzel dokunmuş, yani iyiliği insanlığına bir sanat gibi işlemiş nadide bir insanın, Sevgili Sevil Devir’in nam-ı diğer Sevil Anne’nin hayatından bir kesit paylaşıyoruz.
Kendisi kahveyi çok sever, e bu röportaj da kahveyle iyi gider.
“Yarım asrı geçmiş bir çınarım.”
Fanatik bir Beşiktaşlısınız ve taraftarlıktan öteye derin bir aşkınız var takımınıza. Ne zaman başladı bu aşk?
Biz ailece Beşiktaşlıyız. Dolayısıyla doğar doğmaz Beşiktaş ile tanışıyoruz. Ne güzel bir tesadüftür ki, ailemize giren bütün damatlarımızın ve gelinimiz de Beşiktaşlı. Ailece Beşiktaşlı olmamız, bu sevginin kalpten kalbe dolaşmasını ve ulaşmasını sağlıyor.
Çocukluk döneminizde mahallede ya da ailede maç izlemeye giden olur muydu?
Çocukluğumuzda maça gidenler olurdu ama biz gidemezdik çünkü bizi götüren olmazdı. Fakat gençlik dönemimde çok daha güzel bir şey yaptım. Allah rahmet eylesin Canip eniştem kulüpte görevliydi, onun sayesinde Beşiktaş’a kayıtlı ikinci hanım üye olarak girdim.
Kulübe üye ilk kadınlardan birisi oldunuz yani?
Tabii ki. Benden önce Handan Onur hanımefendi var, Ahmet Şerafettin Bey’in kızı olur kendisi. Önce O kayıt olmuş daha sonra da ben üye oldum. Yani yarım asrı geçmiş bir çınarım. Şu anda altmış yılım bitti, altmış birinci yılımdayım.
Beşiktaş Kulübü’ne üye olan ilk kadın olmak nasıl bir his?
O kadar büyük bir onur ve gurur kaynağı ki, hissettiğim mutluluğu anlatabilmem imkânsız…
Bir futbol takımına üye olmanız ailenizde ve etrafınızda nasıl karşılandı?
Ailem, özellikle babam çok mutlu olmuştu. Diğerlerine gelince kimse bunu garip bir şeymiş gibi görmedi. O kadar güzel bir gençlik dönemi yaşadık ki… Bizim dönemimizde çaylar düzenlenirdi. Kız erkek sohbet eder, birlikte çaylara giderdik. Özel elbiseler giyer ve şık olmaya çok dikkat ederdik. Evlerde de toplanırdık ve herkes birbirine çok saygılı davranırdı.
Yakınlaşmalar, hoşlanmalar olmaz mıydı?
Lise çağlarımızda elbette hoşlanmalar, flörtler oluyordu fakat bir araya geldiğimizde birileri farklı amaçla yaklaşmaya çalıştığında mutlaka gruptan ihraç edilirdi. Biz kardeş gibi, kız, erkek bir arada yaşadık.
Doğduğunuzdan beri Kasımpaşa’da yaşıyorsunuz değil mi?
Dedem, babam, ben, kardeşlerim ve kardeşlerimin çocukları da burada doğdular. Yani beş nesil aynı yerdeyiz. Yani Kasımpaşa’nın gerçek yerlisiyiz.
Kasımpaşa nasıldı o dönemler? Komşuluklar, dostluklar, mahalle ilişkileri nasıl yaşanırdı?
Burası o kadar güzel bir yerdi ki, çok nezih insanlar vardı. Sol tarafımızdaki komşumuz, -cici anne derdik ona- kocası maarif müdürüydü. Sol taraftaki komşumuz Deniz Lisesi’nin komutanıydı. Ve Atatürk’ün kızı Ülkü Adatepe, cici annemin kızı Şermin Ablamın çok samimi arkadaşıydı. Ülkü buraya o kadar sık gelirdi ki…
Tanıştınız mı Ülkü Hanım ile?
Biz o zaman çocuktuk, tanışıp konuşmadık ama o biliyorduk. Ne zaman görsek büyülenmiş gibi onu izliyorduk. Onlar Şermin ablaya gelirdi, hemen yanımızdaki evde otururlardı. Aramızda o dönem ‘tahta havale’ denilen bir tahta perde vardı. Ne konuştuklarını pek duyamazdık ama izlerdik. Çok havalı bir kızdı, çok güzeldi. Şermin abla da çok güzeldi. Onları seyretmek çok hoşumuza giderdi.
Kasımpaşa yerleşim olarak nasıldı?
Binaların yerinde ahşap evler vardı bizim zamanımızda. Mesela bu ev de eskiden ahşaptı. Dediğim gibi beş nesil buradayız ve beşinci nesil hala burada yaşıyor. Dedem marangozdu, bizim ev on bir odalıydı. Kiracılarımız vardı. Yukarıda biz otururduk, aşağıda da kiracılarımız. Çok güzel dostluklar yaşadık. Çocukluğumuz harika geçti.
Çocukken nasıl geçerdi zaman?
Koskocaman bir bahçemiz vardı. Kiracılarımızın da çocukları olduğu için onlarla birlikte oyunlar oynardık. Akşam babam eve dönene kadar bahçede saatlerce oynardık. Bahçeden sonraki giriş kapısının anahtarı kapının üzerinde dururdu. Komşularımızın kapıyı çalmalarına gerek yoktu, açıp içeri girerlerdi. O zaman televizyon da internet de yoktu. Bir radyomuz vardı sadece, onun alındığı günü bugünkü gibi hatırlıyorum. Komşular her akşam birbirine gider, muhabbet ederdi. Biz de onları kimi zaman merakla dinler, kimi zaman da tüm kızlar odamıza çekilip sohbet ederdik.
Komşularımızın çocuklarıyla hep bir aradaydık. Akşam komşuluk gezmelerinde kızlar bir odada otururduk. O hafta sinemaya gidenimiz varsa, o diğerlerine izlediği filmi canlandırarak anlatırdı. O filmi görmüş gibi olurduk. Şimdi, o eski komşuluklar, muhabbetler, birliktelikler kalmadı artık.
Kaç kardeşsiniz?
Üç kız, bir erkek, dört kardeşiz. Erkek kardeşimle çok yaş farkımız var. O bizim çocuğumuz gibiydi. Hepimiz aynı takımı tuttuğumuz için Beşiktaşlı olmaktan başka şansı yoktu.
“Okulda Ermeni, Rum, Yahudi pek çok arkadaşımız oldu. Birlikte okuduk, oynadık, birlikte büyüdük…”
Sadece anne, baba, dede, kardeşler değil mahalleyi içine alan geniş bir aile sıcaklığında yaşanmış ilişkiler. Bu size nasıl yansıdı?
Dedem çok vefalı bir adamdı. Mahallede bir hasta olsa, yardıma ilk koşan kişi dedem olurdu. Sadece bununla kalmaz, etrafındaki herkesi de ihtiyacı olan kişi için seferber ederdi. Hastaysa ilaç pahalıysa hemen aralarında para toplar, ilacı alırlardı. Cenaze varsa, cenazeyi kaldırmak için herkes tüm şartlarını zorlar ve destek olurdu. Yaşlılarımız kefen parası biriktirirlerdi o dönemlerde. Dedemin kasketi vardı, kasketi kafasından çıkartırdı ve içine önce kendisi para koyardı. Daha sonra o kasketi komşulara, esnafa uzatır, para toplar ve kimin ihtiyacı varsa, onun ihtiyacının giderilmesi için kullanırdı.
Dedeniz ne iş yapıyordu?
Marangozdu, kasap tezgâhları yapardı. Kuledibi’nde Yahudi kasapları vardı o zamanlar. Koskoca tomruklardan kasap tezgâhı yapardı. Atölyesi evimizin altındaydı, arada ben de yardım ederdim ona. Dedem öyle çok fazla para kazanamıyordu ama Allah razı olsun bizlere hiç yoksulluk çektirmedi. Babam dozer operatörüydü. O zamanlar Türkiye’nin ilklerindendi babam. Şimdi ‘muavin’ deniyor, o dönem ‘yağcı’ derlerdi, babam o yağcıları yetiştirir, dozer operatörü olmalarına destek olurdu. Biz dedeme de babama da hep minnet duygusuyla yaşadık.
Farklı mezhepleri ve farklı kültürleri de aile gibi içine alan bir semtmiş Kasımpaşa. Bu farklılıklar ilişkilere nasıl yansırdı?
Okulda Ermeni, Rum, Yahudi pek çok arkadaşımız oldu. Birlikte okuduk, oynadık, birlikte büyüdük. Hatta bazı arkadaşlarımla hala görüşürüm. Onlarla geçirdiğimiz o güzel dönemleri tebessümle hatırlarım ve hala onları ararım. Kardeş gibi yaşadık biz. Arkadaşlarımızdan yabancı kelimeleri öğrenirdik. Şimdi tekrar hatırlıyorum o günleri, ne güzel dostluklarımız, komşuluklarımız olmuş. Sanki o dönemlerde sevgi ve saygı daha içi dolu yaşanırdı. O evlerin iç içe, yan yana olması mıydı sebep bilmiyorum ancak, bugün bırakın kapıya anahtar koymayı, alt katta kim oturuyor bilmiyor insanlar. Burası bina oldu ama biz hala komşuluklarımızı aynı yaşıyoruz. Evde değilse, merak ediyor, başımıza bir şey gelse birbirimize destek olmak için koşuyoruz.
“Kardeşim doğduğunda ismini öğrenmeden ‘Beşiktaş’ demeyi öğrenmişti.”
Aileniz hatta eniştenizin sülalesi bile Beşiktaşlıyken hayat arkadaşınız Fenerbahçeli oldu. Sorun yaratmadı mı bu durum?
Sorun yaratmaz mı, elbette sorun oldu. O zaman televizyon falan da yoktu, karşılaşmaları radyodan dinlerdik. O da ben de takım maçlarımıza birlikte gidemezdik. Tartışma ya da kavga yaşamazdık ama birbirimizi kızdırırdık. Birlikte maç dinlememeye dikkat ederdik. Hiç unutmam bir Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşmasında çok komik şeyler yaşadık. Fenerbahçe’nin Veselinoviç diye bir çalıştırıcısı vardı. Maç öncesi Veselinoviç’in gazetede bir fotoğrafı yayınlanmıştı. Gazetenin neredeyse yarısı Veselinoviç’in eliyle kaplıydı ve 5 gol atacaklarını iddia ediyordu. O günkü maçı tabii ki radyodan dinliyoruz. Sinirlerim bozulmasın diye üst kat komşuma çıktım, maçı onlardan takip ediyorum. Eşim de evden dinliyor. Aşağıdan yukarıya eşim telefon etti, biraz da kışkırtarak “golü attık, hanım” dedi. Hemen balkona çıktı ve Fenerbahçe bayrağını astı. O an çok üzüldüm ancak, üzüntüm çok kısa sürdü çünkü biraz sonra Beşiktaş bir gol attı ve ben hemen eve gittim, Fenerbahçe bayrağını balkondan kaldırdım ve Beşiktaş bayrağını astım. Bu durumumuz karşılaşma boyunca devam etti. Fenerbahçe gol atınca Beşiktaş bayrağı kalkıyor yerine Fener bayrağı asılıyor, Beşiktaş gol atınca Fener bayrağı kalkıyor ve yerine Beşiktaş bayrağı asılıyor. Ve o gün balkonda Beşiktaş bayrağı asılı kaldı çünkü maçı Beşiktaş 5-4 aldı şekerim.
Eşinizin halini düşünemiyorum. Evde sevincinizi yaşayabildiniz mi peki?
Elbette zor oldu. Eşimle tatlı bir rekabet yaşardık. Birbirimizi kızdırmak hoşumuza gidiyordu ama daha çok bir oyun gibiydi. Çok uzatmaz, sınırlarımızı bilirdik.
Evlilik döneminiz nasıl geçti?
Evlenmeden önce iki buçuk yıllık bir çalışma hayatım vardı, evlendikten sonra hiç çalışmadım. Ben balık tutmayı çok severim, evliliğim süresince hep teknede ve sandalda balık tutardım. Tek başıma hareket edemememin ve çalışmamamın asıl nedeni onun çok kıskanç bir kişi olmasıydı.
“Boşandıktan sonra Boğaz’a balık tutmaya gittim.”
Bu nedenle mi ayrıldınız? Kaç yıl evli kaldınız?
20 yıl evli kaldık. Ayrılık nedenimiz sadece bu değildi elbette, birçok sebep oldu. Kısmet buymuş.
Ayrılık aşamasında ve sonrasında bocaladınız mı? Yıllardır çalışmadınız ve birden yalnız bir yaşama geçtiniz. Ekonomik özgürlüğünüzün olmaması hayatınızda engeller yarattı mı?
Ayrıldığım zaman tekrar Kasımpaşa’ya annemlerin yanına döndüm.
Kaç yaşındaydınız o zaman?
50 yaşındaydım.
Boşanınca ilk yaptığınız şey ne oldu?
Zaten boşanmayı istiyordum. Ayrıldıktan sonra kendimi kuş gibi hür hissettim. Çok iyi bir insandı ama dediğim gibi çok kıskançtı. Birçok konuda baskıda hissediyordum kendimi. Özgürce bir yerlere gitmem, kendi kendime bir şeyler yapabilmem zor oluyordu. Kardeşime de gitsem kendi götürür, benimle birlikte oturur ve birlikte kalkardık.
Kısıtlanmış bir hayatınız vardı yani? Sırça köşk içinde kafeslenmiş bir kuş gibi…
Kesinlikle öyle. Kardeşimle ya da bir dostumla iki laf etme şansımız yoktu. Herkes için çok zorlayıcı bir durum oluyordu. Bir gün nasıl olduysa Kadıköy’e indim. O zaman Erenköy’de oturuyoruz. Minibüse bindim, ineceğim yerde haber vermesini söylemiştim şoföre, yanımdaki kadın ayağımı dürttü “hanımefendi siz burada ineceksiniz” dedi. O an bir farkındalık yaşadım. “Beş yıldır burada oturuyorum ve hiçbir yeri bilmiyorum” dedim kendi kendime. Varlık her şey değil işte. Dedim ya, balık tutmayı çok severim. Boşanır boşanmaz Boğaz’a balık tutmaya gittim. Yıllardır otobüse binmeyen ben o gün üç otobüs değiştirerek boğaza gittim. Tek başıma otobüse binmek o kadar mutluluk verici bir şeydi ki benim için.
Röportaj: Sevilay Acar