Turna Kuşlarından Martılara

Kendimi turna kuşlarına daha yakın hissediyor, onların yaşamsal özelliklerini diğer kuşlarınkinden daha ilginç ve anlamlı buluyordum. Bir gün iyice yaşlandığında ne olacağımı soranlara hemen “Turna kuşu” demeye hazırdım. İki büklüm olsam da keklik gibi sekeceğimin hayalini bir göklerin zarif kuşlarına yakıştırıyordum bir de kendime…

Leyleklere benzeyen uzun bacaklara sahip olmayı, göçerken V harfini gökyüzüne çizerek süzülmeyi, taçlı turna, telli turna, mavi turna, Sibirya beyaz turnası, Mançurya ve Japon, Cennet veya Avusturya turnasından biri sayılmayı, erkek-kadın kur dönemlerinde birbirlerini etkilemek için ilginç hareketlere sahip olmayı bir ilişki koçu olarak çok anlamlı buluyordum. Yine Anadolu’muzun bazı yerlerinde turnaların saflığından, bereketinden, mutluluğundan, refahından, temizliğinden, vefasından, sadakatinden bahsedilmesi, saflığın, sabrın, özgürlüğün ve onurun simgesi olması, bu hayalime çok yakışıyordu. Turnalar gibi yabancı ellerde de kıymetli olmayı Amerikan yerlilerinin totemlerinde, Rus şarkılarının hemen, hemen her kıtalarında, yerli dans kültüründe ve Yunan mitlerinde de var olmayı… Boşuna seçmemişim bu hayal kuşumu açıkçası. Onları çok düşlememe rağmen beni hiç ziyarete gelmediler. Acaba ben dört mevsim sonbahar mıydım ki? İzmir martı cenneti olmasına rağmen onlarla hiç bağ kurmamışım. Yıllar sonra bu güzel şehre geri döndüğümde gurbetin ağırlığını martıları görünce hafifletebilmiştim. İlişkim yoktu onlarla, ta ki aralarından biri çıkıp benimle muhabbete başlayana kadar. Ardı da çorap söküğü gibi geldi.

“Her yer Mevlana dolu, gören Şems nerede?” diye bir söz vardır. Kuşun, dikenin, insanın gönlündekini diğerine aktarabilmesine dil sanatı desek de asıl mesele o mesajları almaya hazır olabilmekti. O dönemlerimden birindeydim. Sonucunu bir gün sonra merakla beklediğim ciddi sağlık sonuçlarımı bekliyordum. Bir arkadaşla çay içmek için yüksek bir binanın kafeteryasında sohbete koyulmuştuk.

Yeni döndüğüm Şili-Bolivya-Peru-Machu Picchu gezisini anlatıyordum. İşte film tam da bu an başladı. Başrolde bir martı hanım konuşmamıza izin vermeksizin pencerenin ardından vuruyordu. Sarı gagasını gözümüze sokacak kadar yakındı ve dikkatimizi üstüne çekmeye çalışıyordu. İki seyircili tiyatro oyuncusu idi. Fil kulağımı taktım onu dinlemeye koyuldum.

-Nazar ettim sana, turnalar gibi bizi de sev. Biz de çok çeşitliyiz. Ada martısı, bayağı martı, karabaş martı, küçük martı, kara sırtlı martı, gümüş martı…

-Sen hangi cinssin?

-Bayağı martı derler bizlere. Sarı gagamız asilliğimiz.

-Bize biraz kendinden bahsedersen seviniriz.

-Aile önemli, yazarız çizeriz bilgi veririz dergi çıkarırız. Göller denizler evlerin çatıları kaçmaz bizden, sesleniriz her yerden. Er kişileriz. Eşlerimiz kuluçka döneminde yardımcılarımızdır. Nöbetleşerek yumurtalarımızı bekleriz. Çocuklar yumurtadan çıkar, gagalarımıza vurarak acıktıklarını söylerler. Altı haftalık olunca yuvadan uçarlar özgür olurlar. Sesimize çirkin deseler de, uçuşumuzla biz de zarifiz. Sosyalliği epey seviyoruz. İnsanlarla iç içe olmak çok keyifli. Denizi verin bize yeter ki, bir arada yirmi beş yıl yaşarız güzelce.

Susunca ısrar etmiyor, rolü kapıp arkadaşımla sohbet ediyordum.

Bak Selda, Şili’ye vardığımızda, sonra Bolivya dağlarında basınç epey sarstı bizi. Buna rağmen kara yolu ile gördüğümüz köy görüntülerin rengi nedense hep turuncu göründü bana… Derken Peru ve Cusco… “Aman Allah’ım hele Machu Pıcchu’yu bir görsen” diye ballandırıyordum ki, Martı Hanım gagasıyla cama vurduğunda susuyorduk. Epey bir süre böyle gitti. İlgimiz üstünde fotoğraflarını çektik. El kol hareketlerimizi izliyor göz kapaklarını kıpırdatmadan bize bakıyordu.

Devam ediyordum, “Yüksek rakımda bedenimizi Machu Picchu için alıştırdık ve zorlu yolculuğun sonunda hedefe yürümeyi başardık.” Martı Hanım tekrar hamle yaptı. Gagasını yukarı dikti öyle kalakaldı. İşaret ediyordu yukarıları. Çene çeneye verip dediğini yaptım. İkimizde yukarı bakar halde beş dakika durduk. Yükseklere bakarak beraber uçmaya başladık semalarda. Usulca yaklaşıp şimdi ne diyor diye duymaya çalıştım.

Kendini anlatıyordu hâlâ:

-Suyun içine dalmayı bilmiyoruz ama en kötü koşullarda bile denizin üzerinde yüzerek, dinleniyoruz. Yüzeyde, kıyıda yüzenleri kapıyor, iştahımıza doyamıyoruz. Gelsin böcekler, leşler, yumuşakçalar, çöplükteki artık yiyecekler. Yediklerimiz arasında plastik olursa, sürekli tokluk hissedip açlıktan ölebiliyoruz maalesef.

-A bak bunları bilmiyordum. Sana başka nasıl yardımcı olabilirim?

-Bu geziyi bize yaz. En güzel tepeler, emek verilerek çıktıkça  görülür. Turnalara yazar gibi bize de yaz.

-Size de mi?

-Evet martı ailesine.

Dedi, uçtu ve süzülerek gitti. Ardından kalakaldık seyir aleminde.

Ertesi gün doğum günüm için Urla İskele’ye gittim. Sahilde Martı Hanım’ın heykeli beni bekliyordu. Bu da tam bir isabetti! Nereye dönsem Martı Hanım. Gagasına sarı ruj sürmüş, kalbinde telefon ile sarıldık, gönülden gönüle ahizeler yankılandı neşemizden. Samimiyetin ötesindeydim. Bisiklete asılı torbada bir demet nergis çiçeği ve mesajlar beni bekliyordu. Sağlık sonuçlarım olumlu, turnalar, martılar mutlu, yaşam farklı bakış açılarıyla renkli, birlikte bu güzel evrende, barış içinde yaşamak şahaneydi.

Tüm kuşlar başlarıyla onay vererek süzüldüler maviliklerimden.

Aradan üç dört gün geçti. İsabet bu ya, Yasemin Hanım’dan bir telefon geldi: “Martı dergimize yazar mısın?” diye sordu.

“Bu ara şirin martılar gökyüzüme üşüşüyor, hayırlara vesile olsun” diye içimden geçirdim.

Arkadaşımla muhabbetimizin ortasına acele ev haliyle gelip  “Gezini bize de yaz” diyen ve bir kahve içmeden evine koşan Martı Hanım sarı mesajını vermişti. Ne de olsa gezmeleri pek seven bir martının eline düşmüştüm. Her yere gider gezer diye düşündüğüm Martı Hanım ve ailesi ülkemin denizlerinde oturup Güney Amerika gezimi okuyacaklardı. Seve seve gönüllüydüm. Martıyla muhabbet bakın nelere gebeydi?

Tek eşli turna kuşlarından izin istedim. “Martı Hanım’a muhabbete gidiyorum, anlatıp döneceğim, belki de hiç dönmem.” Karı koca epey gülüştüler yaşadıklarıma.

Mesajlar var mesajlardan içeru!

Evet sevgili okuyucular, Martı ailesi için önce Şili-Bolivya-Peru-Machu Picchu gezilerimi yazacağım. Sonrakiler sürpriz olsun.

Torbadan son mesajı da sizin için çektim. Mavi tüy bağlamış ucuna. Ağacın üstünde bana bakıyor kulağında gülü. “Hey! Sizi seviyoruz” dedim  O bana “Sizi seviyoruz” demedi ama çığlıkla seslendi: “Bizi duyanları, okuyanları biz de kanatlarından öpüyoruz hepiniz kalbimizin kuşlarısınız.”

Hemen bir kuş olup uçmak istedim. Belki mavi gökyüzü ile bir martıya kanat, belki de bir kürek ile turnalara yatak olacaktım.

Her ne olacaksam bereketli ruh kuşlarına her dem ziyade olsun!

BilgeCE

Bilge Öztoplu

Önceki İçerik4 Mart Haftası Kültür Sanat Ajandası
Sonraki İçerikYazmak veya Yazamamak