“O zamana kadar her bir kitabın, ister beşeri ister ilahi olsun, diğer kitapların ötesindeki şeylerden söz ettiğini düşünürdüm. Ama artık kitapların çoğu kez başka kitaplardan söz ettiğini fark ediyordum. Bu, sanki kitaplar kendi aralarında konuşuyormuş gibi bir şeydi. Bu düşüncenin ışığında kütüphane bana daha da rahatsız edici bir yer gibi görünüyordu. O artık uzun, yüzlerce yıllık bir mırıltının, bir parşömenle bir diğeri arasındaki belli belirsiz bir diyalogun duyulduğu bir yerdi, yaşayan bir şeydi, birçok akıldan yayılan sırlardan oluşan bir hazineydi, insan zihninin yönetemeyeceği güçleri ihtiva eden ve o güçleri üretmiş ya da iletmiş olanların ölümünden sonra ayakta kalmış olan bir kap niteliğindeydi.”
Umberto Eco, 5 Ocak 1932 günü Kuzey İtalya’nın küçük bir kentinde, Alessandria’da dünyaya gelir. Cennetten gelen bir hediye anlamındaki Eco soyadı Umberto’nun büyükbabasına şehrin ileri gelenlerinden biri tarafından uygun görülmüş olan bir sıfattır. Babası, muhasebeci olmasına rağmen o yılların şartlarında üç farklı savaşta silah altına alınıp orduda görev yapmıştır. Ailesinin maddi koşulları elvermediğinden, Umberto bir Katolik okuluna devam eder, ardından da, babası kendisinin hukuk eğitimi almasında ısrar etse de, öğrenimini Torino Üniversitesi’nin ortaçağ felsefesi ve edebiyat dallarında tamamlar.
“Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmeyi de kapsar.”
Mezuniyetinden sonra genç Umberto bir yandan Torino Üniversitesi’nde dersler verirken bir yandan da İtalyan resmi yayın kurumu RAI’de görev yapar. Akademik kariyerini hayatı boyunca sürdüren Umberto Eco bugün profesör unvanıyla Bologna Üniversitesi’nde çalışmaktadır. Onlarca akademik kurumdan onur doktorası alan yazar, 1962 yılında kendisi gibi akademik bir geçmişi olan, Renate Ramge adında Alman bir sanat hocası ile evlenir. Daha sonraki yıllarda bu evlilikten bir erkek bir de kız çocuk sahibi olurlar.
Halen yaşamını Milano’daki ve Rimini adlı bir İtalyan köyündeki evlerinde sürdüren Eco’nun elli bini aşkın kitaptan oluşan bir kütüphanesi bulunmaktadır.
“Ama artık şuna inanıyorum ki tüm dünya bir muammadır; sadece, onu altında yatan bir hakikat varmış gibi yorumlamaya yönelik bizim kendi çılgınca çabamızın korkunçlaştırdığı zararsız bir muamma.”
Harvard, Stanford, Yale dahil Amerika’nın ve pek çok ülkenin önde gelen üniversitelerinde edebiyat ve felsefe üzerine seminerler veren değerli düşünür, 2001-2005 yılları arasında yayınlanan makalelerinden oluşan ve ülkemizde 2012 yılında basılan “Yengeç Adımlarıyla – Sıcak Savaşlar ve Medyatik Popülizm” adlı eserinde aydınlanmayı ve sağduyuyu şu sözlerle özetliyor: “Aydınlanmacı entelektüel bir etik için gerekli koşul, yalnızca her inancı değil, bilimin bize mutlak gerçekler olarak sunduklarını da eleştiriye açmaktır… Akıl yürütmenin mantıklı bir biçimi vardır. Ayağımız yere basıyorsa, söyleyeceklerimizi herkes kabul etmelidir; çünkü felsefede de sağduyuyu dikkate almak gerekir.”
“Vaktiyle birinin dediği gibi, her karmaşık problemin basit bir çözümü vardır ve o yanlıştır.”
Antropolojiye, göstergebilime ve Orta Çağ Avrupası’na özel bir ilgi duyan yazar, yakın bir geçmişte gerçekleştirilen bir röportajında entelektüel olmayı şu sözlerle açıklar: “Bana sorarsanız yaratıcı bir şekilde yeni bilgiler üreten her kişi entelektüel sayılmalıdır. Örneğin, yeni aşılama yöntemleriyle daha sağlıklı bir elma üretmeyi becerebilen bir çiftçi entelektüel bir yaratıcılığa sahiptir. Öte yandan, Heidegger’in düşünce sistemini hayatı boyunca aynı yöntemlerle derslerinde, seminerlerinde açıklamaya çalışan bir felsefe profesörünün entelektüel yaratıcılığından şüphe etmek gerekir. Eleştirel yaratıcılık – mevcut yapıları eleştirmek, ya da daha iyi yapılmasını sağlayacak bir yöntem geliştirmek – entelektüel düşünce yapısının yegâne göstergesidir.”
“Ben kayıp bir nesle mensubum ve kendimi sadece kayıp ve yalnız olan insanların yanında rahat hissederim.”
Yirmiden fazla eseri Türkçeye çevrilmiş olan İtalyan düşünürün ilk bilimsel çalışması, henüz yirmi dört yaşındayken 1956 yılında yayınlanır. Daha sonraki yıllarda birbirinin peşi sıra yayınlanan ve dilimize de çevrilen mesleki eserlerinden en önde gelenleri arasında Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik (1959), Yanlış Okumalar (1963), Güzelliğin Tarihi (2004) ve Çirkinliğin Tarihi (2007) sayılabilir.
Edebiyat dünyasında şöhretini ilk romanı Il Nome della Rosa – Gülün Adı (1980) ile yakalayan Umberto Eco’nun bugüne kadar yayınlanan altı romanı vardır. Tüm romanları dilimize çevrilen ünlü yazar, eserlerinde kendinden bir parça olduğunu itiraf ederken şöyle der: “Bir karakter yarattığınızda ona kendinize ait kimi kişisel anılarınızı, gözlemlerinizi yüklersiniz. Bir bakıma kimliğinizi romandaki karakterlere dağıtır, bir kurgu romanı dahi otobiyografik kılarsınız.”
Sekiz milyondan fazla satarak sahibine ün ve para kazandıran Gülün Adı, on dördüncü yüzyılda bir manastırda zehirlenerek öldürülen bir rahibin ardından yaşanan olayları konu alan bir romandır. Sonraları beyaz perdeye de aktarılan bu hikâyede başrolü oynayan Sean Connery, teolojik bir tartışmayı sonlandırmak üzere manastıra gelen ve bilinmeyen nedenlerle ardı ardına hayatını kaybeden rahiplerin izini sürmeye çalışan gözü pek ziyaretçiyi canlandırmıştı.
“Bir romanın içine girmek dağlarda bir tırmanışa girişmek gibidir; soluk alıp verme ritmini öğrenmeniz, hızınızı ayarlamanız gerekir, yoksa hemen soluğunuz kesilir.”
Eco’nun ikinci romanı Il Pendolo di Foucault – Foucault Sarkacı (1988) Kabala’ya, simyaya ve komplo teorilerine dayanan bir eserdir. Eserin adı, dünyanın döndüğünü ispat etmek için bir deney yapan Fransız fizikçi Leon Foucault’nun kullandığı sarkaçtan gelir. Başlangıç noktası ise, bir yayınevinde çalışan üç editörün onlarca yıldır okudukları dedektiflik romanları, casus hikâyeleri ve komplo teorilerinden sonra kendi kurgularını yaratmaya karar vermeleridir.
“Yazmak istediğim hikâyeler beni hiç rahat bırakmaz. Odamdayken sanki hepsi çevremi sarmış gibi gelir bana; küçük şeytanlar, biri kulağımı bir diğeri burnumu çekiştirir ve her biri ‘Beni yazın, efendim, ben güzelim’ der.”
Üçüncü roman, L’isola del Giorno Prima – Önceki Günün Adası 1994 yılında yayınlanır. Yine Eco’nun gizemli iç dünyası ve hayallerinden yazıya aktarılan bu eser, on yedinci yüzyıl İtalyan soylularından Roberto della Griva’nın hikâyesini anlatır. Roberto bir deniz faciasından sonra hayatta kalan tek yolcudur. Sığındığı adanın Asya’yı Amerika’dan ayıran Pasifik Okyanusu’nun ortasından geçen sanal hatta, uluslararası gün değiştirme hattında olduğunu düşünen Roberto, ilerde bir kara parçası görse de yüzme bilmediğinden kendisini üzerinde bulunduğu adaya mahkûm hissetmektedir. Romanın kahramanı giderek ikinci bir kişiliğinin olduğuna, bu sözde ikizinin geçmiş hayatındaki tüm kötülüklerinin kaynağı olduğuna ve ufukta gördüğü kara parçasına ulaştığında tüm sorunlarından sıyrılacağına inanmaya başlar.
“Kitap kırılgan bir yaratıktır, zamanla eskiyip yıpranır, kemirgenlerden, doğal şartlardan ve hoyrat ellerden korkar; bu yüzden kütüphaneci, kitapları yalnızca insanoğlundan değil doğadan da korur ve tüm hayatını unutulup gidişin güçleriyle savaşmaya vakfeder.”
2000 yılında yayınlanan Baudolino yazarın beşinci romanıdır. Eser 1204 yılında Bizans’ın başkenti Constantinople’a gelen ve Dördüncü Haçlı Seferinin yerle bir ettiği eski İstanbul’un büyülü havasına, o coğrafyada konuşulan farklı dillere hayran kalan roman kahramanı Alessandria’nın o güne kadar yaşadıklarını anlatır. Yazar bu dördüncü romanında kahramanına doğduğu kentin, Alessandria’nın adını vererek yeniden kendi yaşamına bir gönderme yapmıştır.
“Bir kitabın iyiliği onun okunmasında yatar. Bir kitabı oluşturan işaretler başka işaretlerden, onlar da başka şeylerden söz eder. Onları okuyacak bir gözün yokluğunda, bir kitap hiçbir kavram üretmeyen işaretlerden ibarettir ve dolayısıyla sessiz kalmaya mahkûmdur.”
Umberto Eco’nun beşinci eseri La Misteriosa Fiamma della Regina Loana – Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi, 2005 yılında okurlarıyla buluşur. Roman, geçirdiği derin komadan sonra okuduğu tüm kitapları hatırlamakla birlikte kendi hayatı, ailesi ve anılarını tümüyle unutan 59 yaşında bir antika kitap satıcısının başından geçenleri anlatır. Zamanla, kendi hayatına dönük belgeleri inceledikçe gözünde yaşamından bazı bölümler canlansa da, Milanolu antikacının asıl peşinde koştuğu görüntü, üniversite yıllarında aşık olduğu genç kızın yüzüdür.
“Böylece, yazarların hep bildiği (ve bize defalarca söylediği) şeyi yeniden keşfettim: Kitaplar daima başka kitaplardan söz eder ve her hikâye daha önce anlatılmış bir hikâyeyi anlatır.”
İtalyan filozofun son romanı, 2010 yılında yayınlanan Il Cimitero di Praga – Prag Mezarlığı’dır. Okurların büyük ilgi gösterdiği bu roman bir belgeseli andırmaktadır. Hikâyede adı geçen kişiler gerçektir ve bir dönemin iç yüzünü anlatır. 1897 yılında gerçekleştirilen bir suikastı araştırmakla görevlendirilen bir ajanın gözünden on dokuzuncu yüzyıla girerken Avrupa kıtasında baş gösteren ırkçılığın ve antisemitizmin gerisinde yatan olayları inceleyen eserde, Nazi Almanyası’nın Yahudi soykırımına neden olduğu iddia edilen Siyon Bilgelerinin Protokolleri de Prag Mezarlığı’nı ilginç kılan belgeler arasındadır.
“Korkmuş bir adama, hiçbir şey bir başkasının korkusundan fazla cesaret veremez.”
Kim bilir, belki Eco da düşünme ve yaratma eylemlerindeki uçsuz bucaksız cesaretini, kendisi dışındaki insanların korkularından almıştı. 19 Şubat 2016 günü aramızdan ayrılan bu değerli insanı çok özleyeceğiz…