Venedik, dünyanın en büyüleyici şehirlerinden biri. Labirent misali daracık sokakları arasında kapandaki fare gibi saatlerce dolaşabilirsiniz. Başlıyoruz…
Gittiğim yerlere ikinci kez gitmeyi pek tercih etmem. Ama ikinci kez yolumun düştüğü ayaklarımın beni sürüklediği yerler de yok değil. İtalya bu ülkelerden biri, ucundan kıyısından ona dokunmayı seviyorum.
Venedik de iki kez gittiğim nadir şehirlerden… İkinci yolculuğumdan aklımda kalanları paylaşayım istedim.
Milano tren istasyonundan gecikmeli olarak yola çıkıyoruz. Avrupa’nın aksine İtalya’da trenler zamanında kalkmaz, onlar da bizim gibi Akdeniz insanları, rahatlar… Halbuki Milano en ‘Avrupai’ şehirlerinden İtalya’nın.
Milano-Venedik arası 2 buçuk saat tren yolculuğu yapıyoruz. Bereketli bir ovada ilerliyoruz. Sağımız solumuz fabrikalar ve üzüm bağlarıyla çevrili, solumuzda ise ufukta Alpler’i görüyoruz. Hava günlük güneşlik, Alpler’in tepelerinde karlar var. Bütün güzelliği ve ihtişamı ile bize yol arkadaşlığı ediyorlar. Bu yol üzerinde aslında uğranabilecek çok güzel duraklar var: Romeo ve Juliet’in şehri Verona ve Garda Gölü gibi… Onları başka bir yolculukta çoktan ziyaret etmiştim o yüzden bu kez pas geçiyorum.
İki buçuk saat sonunda nihayet Venedik tren istasyonundayız. İstasyon ile ana karayı bağlayan bir köprü üzerinden geçip tren bizi Venedik’e indiriyor. Tren istasyonundan dışarı çıktığımızda o güzelim Venedik manzarası ile önce bir göz banyosu yapıyoruz. Güneşin altındaki koca balığımız bize gülümsüyor adeta…
Tren istasyonundan otelimize gitmek için Venedik’in en büyük kanalı olan Grand Canal üzerinde çalışan botlara biniyoruz. Kişi başı 6 €. Size bir Türk işi tüyo; bileti kontrol eden kimse yok. Bilet almadan binebilirsiniz, şanslıysanız kimse bilet kontrolü yapmaz.
Rialto köprüsündeki durakta bizi bırakan bot, Venedik’in en uzak köşelerine doğru devam ediyor. Otelimizin yeri çok kolay olmasına rağmen, Venedik’teki sokaklar o kadar dar ve sık ki haritayı okumakta çok zorlanıyoruz. Küçük labirent sokaklarda aşağı yukarı dolaşıyoruz. Sonunda otelimiz San Lio Turist House’u bulduğumuzda dışardan görüntüsü beni hayal kırıklığına uğratıyor. İçeri girince fikrim değişecek. İçeri giriş kısmı bizi çok eğlendiriyor. Otel tabelası filan yok, sadece bir kapı. Zile basıyoruz, bizi içeri davet ediyor. Dik merdivenlerden yukarı çıktığımızda resepsiyona varıyoruz ama kimse yok. Masada telefonu kaldırmamız gerektiğini söyleyen bir not var, notta casino IP telefon olduğu için sesin 1 sn sonra geleceği de yazıyor Telefonu kaldırıp bekliyorum. Bagajlarımızı oraya bırakabileceğimizi check-in için sokağın ilerisindeki diğer binalarına gelmemiz gerektiğini söylüyor telefondaki kibar İtalyan. Oraya gidip check-in’imizi yaptırıyoruz. Venedik’i gezmek için sadece bir günümüz var ve bugünün yarısına geldik bile. Odamıza eşyalarımızı bırakıp hemen atıyoruz kendimizi sokağa.
Venedik bir labirent gibi. Daracık sokakları arasında kapandaki fare gibi saatlerce dolaşabilirsiniz. Biz sokakların tadını çıkarmayı sonraya bırakıp San Marco Meydanı’nda alıyoruz ilk soluğumuzu. Bütün ihtişamıyla San Marco Bazalikası bizi karşılıyor. Gördüğüm en etkileyici meydanlardan biri. Bazalika bu etkiyi daha da güçlendiriyor. Hangi fotoğrafı koyarsam koyayım o etkiyi göstermem mümkün değil, gidip görmeniz gerek. Öğle saatlerinde ters ışıkta kaldığımız için meydanı şimdilik terk ediyoruz, güneş biraz daha aşağı inince gelip fotoğraf çekeceğiz ve Çan Kulesine tırmanacağız. Plan bu, ne yazık ki Çan Kulesi 16.30 kapanıyormuş, yetişemiyoruz. Venedik’i yukarıdan görme fırsatını birkez daha kaçırıyorum.
Venedik sokaklarındaki yolculuğumuz devam ediyor. Sokaklarda dolaşırken sürekli üstü kapatılmış boy boy kuyu ile karşılaşıyoruz. Tabii ki bir de kanallar boyunca dolaşan gondollar. Şehri bu kadar şiirsel yapan sanırım bunlar. Daracık kanallarda dolaşan o upuzun gondollar. Çizgili t-shirt’leriyle gondolcular bir film setinin parçası sanki.
Sokaklarda dolaşa dolaşa klasik turistik haritamızın bize gösterdiği bütün meydanları keşfediyoruz sırasıyla. Bu arada sokak aralarındaki küçük ve ilginç mağazaların vitrinlerine bakmadan geçmek mümkün değil. San Marco’ya bir kez daha dönüp ışık ne durumda diye bakmayı da unutmuyoruz.
O sağda gördüğünüz kocaman bina çan kulesi, ne yazık ki en tepesine çıkıp bütün Venedik’in balık biçimli halini göremiyorum. Buna çoooook üzülüyorum
Meydanın diğer tarafında meşhur Ahlar Köprüsü var. Ama restorasyon yapıldığı için göremiyoruz. Yol arkadaşımın şansından nereye gitsek en önemli eserler tadilatta. Floransa’daki Davut heykeli de bu kaderi paylaşacak…
Gitmediğimiz sokak kalmasın diye haritadaki bütün sokakları dolaşıyoruz. Rialto’nun karşı yakasındaki küçük meydanları da keşfediyoruz. Artık sokakları takip etmekte epey de ustalaştık.
Hava hafif hafif kararıyor, Venedik gece de ayrı güzel…
Rialto köprüsünden gece manzarasının keyfini çıkarıyoruz bir süre. Bütün gün sokaklardaydık, tatlı bir yorgunluk çöküyor. Ertesi sabah erkenden trene gidiyoruz yine. Bu defa Venedik sokaklarını bir kez daha gezebilmek için istasyona yürüyerek gidiyoruz. Sabah 8 civarları, sokaklar beklediğimizin çok üstünde kalabalık, yakın yerlerde oturanlar çalışmak için buraya geliyorlar. Dükkanlara, otellere, restoranlara malzeme getiren irili ufaklı bir sürü motor kanallarından kenarına yanaşmış yüklerini boşaltıyor.
Biz de yükümüzü almış yeni bir şehre doğru yola koyuluyoruz. Hoşçakal kanallar şehri Venedik…
Seni belki bir daha göremem çünkü sürekli sulara gömülüyorsun, kurtarma çalışmaları yapılsa da koruma altına alınsan da dayanacak fazla gücün kalmamış diye duydum… Kendine iyi bak, seni hayranlıkla seyreden misafirlerini güzel ağırla…