Daha çok gece, yatakta okurum. Elimdeki kitap; Nobokov’un Sebastian Knigt’in Gerçek Yaşamı ya da Karanlıkta Kahkaha’ sı, Marguerite Yourcenar’ın Ateşler’i ya da Hadriyanus’un Anıları olabilir. Doris Lessing’in Türkü Söylüyor Otlar’ı ya da Sevme Alışkanlığı da. Ne olursa olsun sessizliğin içinde, kitabımla bütünleşmişken artık bu saçma sapan dünyaya ait olmadığım duygusuna kapılırım. Bu etki ertesi günüme de taşar.
Sevdiğim bir kitabın yazarına hayranlıkla, saygıyla dolar içim. Daha önce körmüşüm gibi gözlerim açılır. Her şeye yeni görüyormuşum gibi bakarım. Çünkü sevdiğim, içim titreyerek ya da hummaya tutulmuşçasına okuduğum yazarlar okuma tutkumu, anlama öğrenme ve yazma isteğimi ve kesinlikle yaratıcılığımı beslerler. Satırlarında yaşayan kahramanlardan bana geçen hüzünler, zihnimde yarattıkları düşünceler, canlı, görkemli çağrışımlar yapar ve yepyeni sayfalar açar dünyamda. En çılgın hayallere, tasarılara, yeni başlangıçlar yapma arzusuna sürükler beni.
Evin değişik yerlerinde üst üste yığılmış kitaplar durur. Uzunca bir süre göz göze geldiğimiz halde bende hemen okuma isteği uyandırmayanları gelecekte okumak umuduyla ayrı raflara kaldırırım. Bir kitabı aylarca ya da birkaç yıl sonra yeniden keşfetmek hoşuma gider ama ne yazık ki bir çoğunu okuyamadan öleceğimi bilirim.
Hemen okumak üzere seçtiklerimi başucuma koyarım. Orada en az, dört beş kitap bulunur her zaman. Ruh halime göre bazen birine bazen ötekine kapılır giderim. Kimini bitinceye kadar bırakamam, birlikte sabahlarız. Bazen yatağımın içi kitaplarla dolar. Onlarla birlikte uyumayı, uykumun içinde onlara dokunmayı severim. Kitaplarla nerdeyse erotik bir ilişkim olduğunu düşünüyorsanız haklısınız. Ateşli, derin, vazgeçilmez bir ilişki bu. Yoğun bir ilgi.
Peter Hendke’nin annesini anlattığı “Mutsuzluğa Doyum” adlı küçük romanını okuduğumda aşka düşmüşçesine sarsıldığımı hatırlıyorum. V.Wolf’un “Dalgalar”ı, İngeborg Bachman’ın “Malina’”sı beni alt üst eden, değiştiren kitaplar oldular. Üstelik Bachman, “Ölü Erkek Kuşlar”ı yazdırdı bana. Böyle kitaplar kışkırtıcıdır, asla eskimezler. Unutulmaz, sonsuzdurlar. Durmadan, aralıksız, yenileri yazılır gelir, bıkmadan okunur ama pek çoğu unutulur.
Sevdiğim kitapları ve vazgeçemediğim yazarları el altında tutarım. Diyelim; Jean Rhys’ın; “Ayrılıktan Sonra”sı, “Dörtlü”sü, ya da “Günaydın Geceyarısı”nı. Ursula K.Le Guin’in “Mülksüzler”ini. Marguerite Duras’ın bazı eserlerini. Yeni kitaplarla sürekli değişir bu liste ama hangi birini sayayım?
Farklı türlerde birkaç kitabı birlikte okuduğum olur. Tarih, felsefe, inceleme kitaplarını gündüz odamda ya da evin rahat edeceğim bir köşesinde okurum. Kaybedeceğim kağıtlara notlar alırım. Sayfa aralarına renkli bantlar koyar yada satır altlarını kurşun kalemle çizerim. Bu tür kitaplar kitaplığımın üst raflarında durur.
Kitapçılarda gezinmeyi, kitapların arka kapaklarını okumayı, içlerine bakıp beni çarpacak bir cümle, gizemli bir işaret bulmayı çok severim. Acelem yoksa kitapları yoklayıp koklayarak saatler geçirebilirim. Merak ettiğim her kitabı almaya çalışırım.
İnsanın kitaplarla alışverişini somut bir biçimde tanımlaması pek kolay değil. Okuma deneyimlerimizin kişisel daha çok da duygusal oluşu belirliyor beğenimizi kuşkusuz. Yine de hangi yazarlarla bütünleşeceğimiz, hangilerinin duygu, söz ve seslerini seveceğimiz kendi dünya görüşümüz, eğilimlerimiz, estetik kavrayışımız ile ilgili büyük ölçüde. Ben, içimde kıskançlık dolu bir yazma isteği, ‘Söylemek istediklerimi benden önce söylemiş!’ duygusu uyandıran, aykırı, kışkırtıcı yazarlardan etkilenirim. Dünyanın gidişine bir biçimde karşı duranlardan, bir sorunu olan, akışın içinde sürüklenmeyip ayak direyenlerden. Su gibi akıcı, hafif alaycı ama derin yazabilenlerden. İnsanın eşsiz macerasına cesaretle eğilenlerden, insan yüreğini kıymık kıymık ayırıp içine bakanlardan. İnsan olmanın güzelliğini ve çaresizliğini, yaşamın aydınlık ve karanlığını en iyi anlatabilenlerden. En önemlisi kendi, yani özgün olanlardan. Bu yüzden tutkun olduğum yazarların birini ötekine yeğleyemem. Her birini ayrı ayrı, yalnızca kendileri ve farklı oldukları için severim.
Güney Amerikalı yazarlar içtenlikleri, gerçeği vurgulayan ustalıklı fantezi dünyaları ve hayatın farklı kanallarda atan nabzını yakalayabildikleri için beni çok ilgilendiriyorlar. Yaşama pratiklerinin zenginliği, esnekliği ve doğallığı bende hayranlık uyandırıyor. Carlos Fuentes’in iki başyapıtı: “Artemio Cruz’un Ölümü” ve “Deri Değiştirmek”; Cortazar’ın o büyük “Sek Sek”i; G.G. İnfante’nin “Kapanda Üç kaplan”’ı ve elbette Markuez’in bütün eserleri bence dünya edebiyatının şaheserleridir. Amerikan edebiyatı konu olduğunda Faulkner’den söz etmeliyim. Bu önemli yazar, beni ve yazarlığımı çok etkiledi. Sürekli okuduğum dönüp dönüp baktığım kitapları ise Ağustos Işığı; Ses ve Öfke; Döşeğimde Ölürken…
Ya bizimkiler? Nahit Sırrı Örik’in “Abdülhamit Düşerken’i; Tanpınar’ın’ “Sahnenin Dışındakiler”’i; Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”u…Sonra Orhan Kemal; Nezihe Meriç ve çağdaşım, arkadaşım olan daha niceleri…ve şairlerimiz; Nazım, Dranas, M.C.Anday, İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar… Cemal Süreya, Necatigil, Metin Altıok…Haydar Ergülen.
Şimdiye kadar, sıradan polisiye ve aşk romanlarından dünya edebiyatının temel klasiklerine, felsefeden bilim kurguya binlerce kitap okudum. Sayısız kitaba da göz attım. Göz atmayı küçümsememek gerekir. Deneyimli bir okur elindeki kitaba bakıp hızla fikir sahibi olmanın yollarını öğrenmiştir. Kitabın büyüsüne kapılmayı ve kendisi için uygun okuma zamanını bilir. Ben bu konuda sezgilerime güvenen biriyim ama yine de yanılabilir insan. Umutla satın aldığım kitapların bir kısmını önemli ya da okunmaya değer bulmadığım ya da bir noktada sıkıldığım çok oldu. Güvendiğim yazarların da bütün kitaplarını sevmek zorunda olmadığımı çoktan anladım. İtalo Calvino’nun bir çok kitabını ve o eşsiz “Görünmez Kentler”i hep çok yakınımda tutuyor olsam da bazı öykülerini sıradan buluyorum örneğin.
Gençliğimde, Dickens’a bayılırdım. Damağımda kalan tat bozulmasın diye yeniden okumuyorum. Biliyorum ki Dickens büyüktür. İngiliz edebiyatı da elbette. Henry James ‘in Türkçe’ye çevrilmiş olan birkaç kitabı, örneğin Yürek Burgusu elimde eskidi okunmaktan. Aynı kitaptaki “Ormandaki Canavar ve Daisy Miller” öykülerini herkesin okumasını salık veririm. Çok sevdiğim öykücülerden biri olan Katherine Mansfield de İngilizdir. Mansfield’in pek az öyküsü Türkçeye çevrildi sanırım. “Bir Hüzün Güncesi” başlığıyla toplanmış anılarını ise iki kez aynı zevki alarak okudum. D.H.Lawrence ise özellikle “Gökkuşağı” ile vazgeçilmezlerim arasındadır. Bir de o kaçınılmaz John Fowles var ki onu okurken edebiyatın gücünü keşfedersiniz. Abanoz Kule, Fransız Teğmen’in Kadını; Yaratık; Koleksiyoncu ne güzel romanlardır… L. Durrel’in İskenderiye Dörtlüsü ve Avignon Beşlisi’ de unutulmazdır elbette. Sevdiğim son İngiliz ise İan Mc Ewan. Onun doyulmaz güzellikte ilk öyküleri: İlk Aşk Son Törenler. Sonra kusursuz romanlar. Türkçede arka arkaya yayımlanan kitaplarını kaçırmıyorum.
Ben en çok yazarken okurum. Tarih, psikoloji, sosyoloji, araştırma kitaplarıyla dolar yazı masam. Onlarca kitap karıştırırım. Yazarken beni bileyen, uyandırdıkları anı ve imgelerle yazdıklarımı zenginleştiren bir çok yazar ve eser vardır. Margaret Atwood; Mişima; Anais Nin; Sylvie Germain; Malcolm Lowry bunlardandır. Bu kitaplardan okuduğum bir tek satır bana sayfalar yazdırabilir. Evet, az kalsın unutuyordum Georges Perec’i. Onun “Yaşam Kullanma Kılavuzu”’nu, “Şeyler”’ini.
Ben keşifleri seven biriyim. Çok okunan kitapların yerine kimsesiz kalmış, öksüz kitapları yeğlerim. Kelepir tezgahlarına, sahaflara, dağıtımcıların en tozlu raflarına ya da sokak sergilerine özel ilgi gösteririm. Gündemden, gözden düşmüş ya da zaten hiç gündeme gelememiş, kayıp kitaplarla doludur buraları. Beklenmedik keşiflere açılan yolculuklara çıkabilirsiniz o noktadan. İncecik bir kitabı elinize alıp ilk cümleleri okur ve hemen oracıkta kalbinizden vurulursunuz.
Sözünü etmeye fırsat ve yer bulamadığım, adını unuttuğum yığınla yazar ve kitap var. Zaten elinizden geçmiş, tutkuyla okunmuş yüzlerce kitabın hepsini akılda tutamazsınız. Bu güne kadar okuduklarımdan çoğunu unuttum. Ayrıntılar, anlatılan hikayeler silindi gitti. Doğrusu, bunların hepsinden süzülmüş, durulmuş, beni ben yapan koyu bir öz, açıklamakta zorlandığım bir çoğalmışlık, tat kaldı içimde. Dünyanın has yazarlarının hepsinin benim yazarlık serüvenimde rolleri vardır. Ben evrenin ve insanın genişliğini onlarla keşfettim. Yazmayı, dili kullanmayı, dünyanın karmaşasını nasıl yazıya dökeceğimi onlardan öğrendim. Onlar olmasaydı ben de olmayacaktım…
İnci Aral
Kırmızı Kedi Yayınevinden çıkan Yazma Büyüsü adlı kitaptan alınmıştır.