Yazmak: Ruhumuzu Doyuran Bir İhtiyaç

Etkileyici bir kitap okuduğumda yazarının hangi rutin ve ritüeller eşliğinde eserini kaleme aldığını, yolculuğunu ve bu sırada yaşadıklarını merak ederim. Yazar Fatma Çelenk’in Bildiğin Gibi Değil romanı da hikâyesini öğrenmek istediğim eserlerden biri oldu. Bu hislerle buluştuk; Mario Levi Yazı Atölyesi ile başlayan yazarlık serüveninden, romanın doğuş sürecinden, rutinlerinden, ritüellerinden ve hayatından konuştuk. Yazarlık yolculuğuyla bana ilham veren sevgili Fatma, kıymetli hocam Mario Levi’nin öğrencisi olmamın vesilesidir. Dolayısıyla bu söyleşi benim için farklı bir anlam taşıyor.

Hayatın zorlu yollarında ilerlerken bizlere yalnız olmadığımızı fısıldayan roman karakterlerini, bilinen ve bilinmeyenlerin yazıya dökülerek Bildiğin Gibi Değil kitabına dönüşme sürecini uzun uzun konuştuk. Romanının her bölümünde nabzı yüksek tutan, kurguyu stratejik bir oyuna benzeten, hikâyesiyle birçok insana esin kaynağı olan Fatma Çelenk’le yaptığımız bu söyleşiyi edebiyatseverlerin yanı sıra yazarlık yolunda ilerleyenler ve yaratıcı yazarlık derslerine ilgi duyanlar da okuyabilir.

Sevgili Fatma, söyleşi vesilesiyle görüşmek çok güzel. Başarılı bir iş hayatının ardından şimdi de kitabı olan ve yakın zamanda En İyi Çıkış Yakalayan Yazar ödülünü kazanmış bir yazarsın. Hikâyen nerede, nasıl başladı?

Tiyatrocu bir aileden geliyorum. Annem ve babam devlet tiyatrosu sanatçısı. Sahne arkası çalışmalara şahit olarak büyüdüğüm, çok renkli bir dünyaydı. Bu sebeple bazıları için dışarıdan bakıldığında farklı ve ilgi çekici gözüken ama benim için normal bir yaşantıydı. Armut dibine düşer misali, ben de Mimar Sinan Üniversitesi’nde tiyatro dekor-kostüm tasarımı okudum. Hayatım tasarlamak ve yaratıcı yönümü geliştirmek üzerine aldığım eğitimlerle şekillenmeye başladı. İlk profesyonel çalışma deneyimim, bir hocamın beni TRT’ye önermesiyle başladı. Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir filmde çalıştım. Önce sanat yönetmenliği, daha sonra yapım bölümünde görev yaptım. Ardından İngiltere’den
Pinewood Stüdyoları’ndan bir teklif aldım. Hemen pılımı pırtımı topladım ve İngiltere’ye yerleştim. İngiliz çalışma arkadaşlarımla beraber Amerika’ya geçtik. Universal ve MGM’de sinema üzerine birtakım projelerde çalıştım.

Pek maceralı ve çok parlak bir kariyer. Türkiye’ye dönmeye nasıl karar verdin?

Vatan özlemiyle, yanımda hiç Türk olmamasının getirdiği özlemle Türkiye’de yaşamak istedim. Bursa’ya döndüm. O sırada bir radyo şirketi, bana haber spikerliği teklif etti. Olur mu olmaz mı, nasıl olur derken radyo spikeri olarak çalışmaya başladım. Bu sırada reklam seslendirmesi, reklamların metin yazarlığını yapmamı istediler. Kısa zaman içinde başka bir yerel radyo daha açıldı. Canlı yayında, yoğun dinlenen saatlerde yarışma programı sunmam için teklif getirdiler. Ardından yayın yönetmeni oldum. İşler sebebiyle İstanbul’a taşındım. Kısa bir süre Power FM’de çalıştım fakat sadece belirli saatler içerisinde radyoda bulunmak bana yetmedi. Yurtdışına gitmeden evvel tanıştığım İmaj ile görüşüp halkla ilişkiler alanındaki ilk adımlarımı attım. İmaj’dan sonra Kanal D’de Halkla İlişkiler Müdürlüğü teklif edildi. Bir süre sonra da bir halkla ilişkiler şirketine geçtim, ortağı oldum.

2001 krizine yakalandık, ortaklığımızı ayırdık ve kendi şirketimle kalakalmıştım. O zaman da ilk müşterim, Türkiye Sermaye Piyasası Aracı Kurumları Birliği’ydi. Benimle devam etmek istediklerini söyledikleri için artık bir girişimci olarak yoluma devam etmeye karar verdim. Referans bazlı müşteri alarak altı sene danışmanlık yaptım. Bir gün davet edildiğim müşteri toplantısında kurumsal hayata dönmek için ikna edildim. Elimdeki işleri tamamlayıp, yılbaşı itibarıyla yeniden kurumsal hayata geçmiş oldum. Ardından gayrimenkul sektöründen bir teklif aldım. Ha bugün ha yarın derken on üç senemi Soyak’ta geçirdim. Gayrimenkul sektöründen çıkma kararıyla Soyak’tan ayrıldığımda, Amerika, İngiltere ve Rusya’da da faaliyet gösteren inşaat şirketi Ant Yapı’dan teklif geldi.

Tüm bu yoğunlukların arasında yazı yazmak sana nasıl hissettiriyor?

Yazı yazarak geçirdiğim vakitler beni çok mutlu ediyor. Zaman zaman gün içerisindeki karmaşadan sıyrılıp kendimize yatırım yapmayı unutuyoruz. Yazmak, yeteneklerimizi geliştirebilecek, ruhumuzu doyurabilecek bir ihtiyaç. Benim için de ruhumu doyuran, kendimi geliştirmek adına çıktığım bir yolculuk…

Sağsan sola: Fatma Çelenk, Mario Levi, Zeynep Özcan

Analitik düşünceyle kurgu yapmak, bana kalırsa bir strateji belirleme oyunu…

Bu süreçte yolun Mario Hoca’mızın yazı atölyesiyle kesişiyor… Hocamızın atölyelerine katılanlara, “Mario Levi ile yazı atölyesi mutlusu” diyorum, sen de öylesin. İlk romanın bu atölyeden sonra kitaba dönüşüyor. Yazarlık serüveninden bahsedelim mi biraz, her şey nasıl başladı?

Bu yola çıktığım zaman aklımda bir hedef yoktu. Kendimi geliştirmek, yazarken zamanı doğru ve verimli kullanmayı öğrenmek amacıyla çıktığım yollardan biriydi… Atölyeye katıldıktan sonra Mario Levi, yazdığım metinlerin bir kitaba dönüşebileceğini söyledi. Öyle bir amacım olmadığından çok üzerinde durmadım ve bunun yazma konusunda bir teşvik olduğunu varsaydım. Bir süre sonra atölyeye katılan diğer arkadaşlarımın da yazı yazmak yerine yazdıklarımı dinlemek için atölyeye katıldıklarını fark etmeye başladım. Bu çok güzeldi fakat bir süre sonra bana yeni bir sorumluluk da yükledi. Artık her hafta yazmam ve metinlerimi katılımcı arkadaşlarıma okumam gerekiyordu. Daha iyisini yazabilmek için arkadaşlarımın eleştiri ve yorumlarını dinlemek de benim için önemliydi. Bazı haftalar yoğunluktan yazamadığım oluyordu. Yine de dersten önceki gece saat üçe kadar o haftanın
yazısını tamamlıyor ve ertesi sabah tekrar atölyeye gidiyordum.

Fırsatım olmasa bile yazıyordum.

Yüklenen sorumluluk bilincinden kaynaklanıyor işte. Dinleyenlerin ve hocamın geri bildirimlerini alarak iki-üç sezon eğitimlere katıldım. Biraz ilerleyince ben de keyif aldım. Kurumsal hayatta ilerlerken bir marka için çalışıyorsunuz. Yapılan işlerin mutlaka bir bölümü sana da dokunuyor, zaten bu yüzden bir ücret alıyorsun ve çalışanı olarak o şirkette varsın. Ancak iyi ya da kötü sonuçlarda esas dokunduğu taraf markanın kendisi oluyor. Roman yazmaktaysa farklı bir durum söz konusu. Bireysel bir iş ortaya koyuyorsun ve bunun sorumluluğunu yüklenmek zorundasın. Yazamadığın zaman “Şu yüzden yapamadım, elektrikler kesildi de olmadı, beceremedim” diyemiyorsun çünkü yazı işinin tek sorumlusu sensin.

O yüzden madem ki başladım, biraz daha ilerleyeyim dedim. Sadece yazmaya
odaklıydım, “Bu keyifli yolculuk nereye varırsa artık…” diye düşünüyordum. Elli sayfa yazmayı gözümde büyütüyorken, ilk elli sayfayı geçtikten sonra artık “evet” dedim “Bu elli sayfalık bir şey oldu.” Mario Hocam da: “Yürü yürü” dedi. Böylece “Bildiğin Gibi Değil”, iki yüz doksan altı sayfalık bir roman hâline dönüştü.

Yazı atölyesi sana büyük katkılar sağlamış, ne güzel…

Katıldığım yazı atölyesinde tanıştığım insanlarla da çok güzel bir arkadaşlığımız oldu. Önceden tanışmıyorduk, yaptığımız işler hakkında bilgimiz yoktu. Birbirimizi rakip olarak görmedik, çelme takmak yerine geliştirmeyi seçtik. Farklı bakış açılarıyla yorumlar yaptık ve birbirimizden feyz alarak ilerledik… Bu durum bana çok iyi geldi. Birtakım dergilerde, bloglarda iş hayatı üzerine yazı yazıyordum. Dolayısıyla yazmak çok farklı bir iş değildi benim için.

Ancak iş hayatı üzerine yazmak başka bir şey, roman kurgusu yapmak başka bir şey… Yazarken hayatımızda matematiğin ne denli önemli olduğunu fark ettim. Analitik düşünceyle kurgu yapmak, bana kalırsa bir strateji belirleme oyunu… Hayatımızın her noktasında stratejik planlama var. İş yaparken de yazım dilinde kurgu yaparken de o stratejiyi ve analitik döngüyü sağlamak gerekiyor.

Kırıldığı noktada okuyucunun heyecanının ve motivasyonunun düşmemesi pek mümkün değil. Duyguyu yukarıda tutma becerisiyse kurgudaki merakların o pik noktalarını, çıkış noktalarını ve havada bırakabileceğin noktalarını iyi belirlemekten geliyor. Ben de bunu yapmaya gayret ettim.

Her şey yolunda olduğunda bile zihnimizdekileri toparlamak ve kaleme almak kolay değilken romanını pandemi sürecinde yazdın. Duygusal yoğunluk, sokağa çıkma yasağı gibi olağanüstü durumları yaşarken nasıl başardın?

Eğitimlere pandemi başlamadan katılmıştım, romanımı yazıp rafa kaldırmıştım. Yani kendimce görevimi tamamladığımı düşünmüştüm. Pandemi boyunca bu eğitimlere katıldığımı bilen, yazdığım romanın kitap olma sürecine dair hayalleri olan ve bu hayalleri bana dayatmaya çalışan çok sayıda arkadaşım, dostum basılıp basılmadığını sordu. Üzerime başka bir sorumluluk yüklendi. Yaptığım işi bitirme, tamamlama noktasında ne yapmam lazım diye düşündüm.

Romanımın kitap hâline dönüşmesinde beni tetikleyen de bu oldu. Pandemide evde kalıyoruz, bunun zorlayıcı tarafları da vardı. Düşündüm ve madem hep aynı döngüde televizyon seyrediyor, sosyal medyayla uğraşıyor, yemek yiyoruz; benim de elimde bekleyen bir roman var; biraz bunun üzerinde çalışayım dedim.
Ekleme, çıkartma, oynama yaptım yani düzeltmeleriyle uğraştım.

Seni harekete geçiren müstakbel okurların olmuş…

Evet evet. “Ne oldu, basıldı mı?” diye soranların da motivasyonuyla; romanı kitaba dönüştürmek için nereye gideceğime, neyle başlayacağıma, kiminle görüşmem gerektiğine dair biraz araştırma yaptım ve sonunda Alfa Yayınları’ndan Vedat Beyle (Bayrak) tanıştım, romanımı sundum. Vedat Bey de: “Okuyalım, yayınlanmaya değer olup olmadığına edebi kurulumuz karar versin. Bu bir süreç alır, sizinle tekrar görüşürüz” dedi. Sanırım üç ay da böyle geçti. Ardından beni görüşmek için çağırdılar ve sözleşme yapıldı.

Yayıncılık faaliyetleri konusunda deneyimli kişiler arasında bu sürecin hızlı olduğunu söyleyenler de var. Bazen kitap basımı için “Dosya tesliminden sonra altı ay içinde okunacak, yanıt aldıktan sonra editör çalışmaları da altı-sekiz ay sürer. Baskı sürecini de ekleyince romanın kitaba dönüşmesi bir ila bir buçuk seneyi bulur” diye görüş verenler olmuştu.

Romanın kitaba dönüşmesi toplamda kaç ay sürdü?

Nisanda sözleşmeyi yaptık, haziranda basıldı.

Harika. Pandemi sürecini de dahil edersek yazmaya başladığın süreçten itibaren üç seneyi bulmuş mudur?

Tabii, bulmuştur.

Sağdan sola: Fatma Çelenk, Mario Levi, Vedat Bayrak

Roman Karakterleri Bize Yalnız Olmadığımızı Gösteriyor

Aslında üç senelik bir emeğin sonucu. Kitaba gelecek olursak, her aşamada “Aa nasıl olur” demeden edemedim. Bildiğin Gibi Değil’de, kültürel ve toplumsal travmalarımız yer alıyor aslında. Seni hangi hisler tetikledi de bu şekilde ortaya çıkabildi, merak ettim.

Ben de merak ediyorum aslında. Şaka bir yana, bulunduğumuz coğrafyanın mücadele ettiği sorunlar var. Bu sorunların hayatlarımızın kenarından köşesinden, bir şekilde geçen, bazen değdiğimiz bazen bize teğet geçen olaylarda yer aldığına şahit oluyoruz. Gazetenin üçüncü sayfa haberleri gibi… Hani bazen gülerek okursun, bazen için dağılır. “Bu kadarı da nasıl olabilir?” diyebildiğin haberler aslında gerçek olaylardır. Sırf senin başına gelmedi diye gerçekleşmemiş demek değildir. Aslında ülkemizde çok malzeme var. Buna hikâye malzemesi olarak bakarsak, kimi zaman çok renkli, kimi zaman çok acı, kimi zaman çok komik ve trajikomik bir sürü olay yaşandığını görüyoruz. Ben de bu olaylardan yola çıktım. Sonra atölyede her hafta yeni bir bölüm yazdım. Üç dört sayfa, üç dört sayfa derken…

Ardından metinleri toparladım ve o esnada kurguyu gözden geçirdim. Bazı noktalardaki merak konularını da o toparlama esnasında verdim. Bu da benim için eğlenceli, heyecanlı bir süreçti. Her seferinde okudum. Etrafımdaki insanlara da okudum, duygularım geçiyor mu, etkileniyorlar mı diye…

Birkaç bölümü yazarken ağladım. Yayınevinde okunmadan önce de yetkililer “Yazarken ağladın mı?” diye sordular. Ağladığımı söyleyince, o zaman okura geçer dediler.

Müstakbel okurların tadını kaçırmadan sorayım. Ferhunde’nin başına gelenler çok etkilendiğim bölümlerden biriydi. Aksi yönde inançları olan bir yazar olarak, kendinden farklı bir karakteri başarıyla yaratmak zor olmuştur…

Evet… Başıma gelen veya şahit olduğum durumlar dışında ne yazabilirim diye düşündüm. Tanıklık etmesem bile ‘öyle olmuştur’ diye düşünülen hayat hikâyelerini ortaya koymaya çalıştım.

Ferhunde’nin yaşadıklarını aslında duyuyoruz, Anadolu’daki pek çok ailenin gerçeği olduğunu biliyoruz. Afrika’da ve Arabistan’da da çoklu yaşam modeli var. Biz kültürel olarak “Ben tekim, ben her şeyim, ben varım” odaklı yaşıyoruz. Kendi hayatımız dışındaki farklı yaşam biçimlerini kabul etmekte zorlanıyoruz. O hayatları toplumun dışına itmek gibi bir lüksümüz yok. Aynı toplumda yaşıyoruz ve herkes yaşadıklarından sorumlu. Hayatına sahip çıkma becerisi bazen isyanla, bazen kabullenişle, bazen savaşla mümkün oluyor.

Hangi yöntemi seçersen seç, sonunda mutlu olmak için bu gayreti veriyorsun.

Dolayısıyla kimsenin seni eleştirme hakkı yok, eleştirse bile yapacakları bir şey yok. Çünkü bu senin hayatın. Ferhunde’nin hayatı da biraz öyle. İsyan edebileceği halde kabullenmek zorunda kaldığı durumlar, neden kabullendiğine dair kendi içinde yaşadığı gelip giden duygular ve çelişkiler… Hikâye boyunca bunlarla mücadele ediyor. Aslında bizler de hayatlarımızda bu çelişkilerin içerisinden mutlaka en az bir kere geçiyoruz. Ferhunde de o çelişkileri yaşayan ve yalnız olmadığımızı gösteren bir karakter aslında.

Kim kaderi görmezden gelebilir ki… O zaman baktığın sadece keder olur. Harika bir cümleydi. Peki, sahiden öyle midir? Kaderi çıkarınca aradan sadece keder mi kalır?

Kader kavramına nasıl baktığımızla alakalı. Bizim için bir kabulleniş midir kader? Bazen başımıza gelenlere “Bu bizim kaderimiz, kabulleniyoruz” diyerek yaklaşır ve fark etmeden acıyı yok ederiz.

Bazen de bununla savaşırız, kaderimiz değil diyerek direniriz. Savaşırken elbette düşer kalkar, vurulur ve vururuz. Bu sırada birçok başka duygu da işin içine girerken tüm bu duygularla mücadele etmeyi göze alır, mutsuzluk ve acıyla karşılaşırız. Hayatı duygusal olmayan bir yüzeysellikle yaşamaya başlarız. Dolayısıyla yaşadığımız keder de bir seçimdir aslında. Eğer başımıza gelenlerle ilgili kabullenmeyi seçmezsek avucumuzda sadece mücadele kalır. Aksini düşünsek de maalesef mücadelenin içinde yaşayacağımız kederler mutlaka olacaktır.

Hayat böyle bir şey işte. Oyun gibi… Mutlulukla mutsuzluğun iç içe yaşandığı…

Kitabının adı: Bildiğin Gibi Değil. Kendi hayatında bildiğin gibi dediğin nokta hangisiydi? Senin için ne ifade ediyor?

Aslında hayatın akışının içerisindeki her şey… Biliyorum diyerek ya da bunu yapacağım diyerek çıktığın yolda bilmediğin, tahmin etmediğin pürüzlerle karşılaşabiliyorsun. Bu pürüz bazen bir insan, bazen bir mekân, bazen bir iş olabiliyor. Her ne ise onunla bir şekilde mücadele etmek zorunda kalıyorsun; ‘bildiğin şey’i oluşturmak ya da ‘bildiğin gibi’ yaşayabilmek için… O zaman ya bir adım geri atmak ya da ezip geçmek durumunda kalıyorsun. Geri adım attığın zaman ne kaybedeceksin, ileri adım atıp ezip geçtiğinde ne kazanacaksın? O yüzden düşünmek gerekiyor. Kazandığında ezip geçtiğin bir şeyler varken aslında gerçekten kazanıyor musun? Peki geri adım attığında gerçekten kaybediyor musun?

İşte onu yaşadıktan sonra anlıyorsun. Geriye dönüyor, atmaya zorlandığın adıma, zorlandığın duruma bakıyorsun. “İyi ki öyle olmuş. İyi ki öyle olmuş da ben, bugünkü ben olmuşum.” diyorsun. Bunu diyebilmek için de işte her şeyi bildiğimizi varsaymamak gerekiyor. Tam da bu sebeple yaşadığımız her şey için söyleyebiliriz: Bildiğimiz Gibi Değil.

Türkiye’nin son elli yılını incelikleriyle çalışıp hazırlamak kolay olmamıştır. Kitap nasıl bir çalışma yapmayı gerektirdi?

Evet, önce bir kronoloji çıkarttım ancak hiç kolay olmadı. İnternet üzerinden geçmiş yıllarda yaşanan olaylara dair haber araştırmaları yaptım. Birçok metinde başlık yer alıyordu ancak haber niteliği taşıyan bölüm boş haldeydi. Dolayısıyla kurguyu yaratırken tarihsel olarak yaşanmış gerçek olaylardan yola çıktım ancak hikâyeleri kurguladım. Siyaset veya tarih kitabı olmadığından bir taraftan da bu istediğim bir şeydi. Tarih araştırmalarım, o yıllarda roman karakterlerinin yaşantılarının zorlukları, ekonomik çalkantılar ya da jeopolitik durumlarla alakalı.

Okur kurgusal olarak da karakterlerin başlarına gelen durumların içinden kendilerini nasıl kurtardıklarını, çıkış yolunu buluşları, mücadele vermiş olsalar da olmasalar da eninde sonunda hayatın insanı bir kabulleniş noktasına getirişine tanık oluyor. Romanda da krizi atlatıp yola devam etme becerisi, cesareti göstermeleriyle ya da gösterememeleriyle devam ediyor.

Kitapta da yer alıyor: “Hayat böyle bir şey işte. Oyun gibi… Mutlulukla mutsuzluğun iç içe yaşandığı…” O yüzden ne gelirse gelsin başımıza,
geçeceğini bilmeliyiz. Daha iyi günlere kavuşmak için de cesaretimizi, motivasyonumuzu,
umudumuzu kaybetmeden yolda ilerlememiz gerekiyor.

Bir roman karakteri tek kişiden değil, çok kişiden oluşuyor.

Karakterler nasıl ortaya çıktı?

İnsan kendi yaşamından, geçmişinden feyz alarak da yaratma sürecine giriyor. Çevreme bakıp hem beğendiğim hem biraz yadırgadığım, bana yakın ya da uzak gelen kişileri değerlendirmeye çalıştım zihnimde. Onları da karakterlerin içerisine eklemeye çalıştım. Her bir karakteri oluştururken, tanıdığım üç beş kişinin ortak karakteristik özelliklerini bir kişide toplamaya çalıştım. Birinin dudak boyası, birinin saçı, birinin gözlüğü, birinin bakışı, birinin beden hareketi, bunları alıp bir kişiye verdim. Dolayısıyla bir karakter bir kişiden değil, çok kişiden oluşuyor.

Tabii okur karakterde o üç kişinin birleşiminden habersiz bir karakterle karşılaşıyor. Zaten diğer türlü de sanıyorum haksızlık edilebilir. Hani hiçbir şey göründüğü gibi değildir ya aslında… Bir insanı olduğu gibi alıp yazdığında şahit olmadığın, bilmediğin, henüz kendisinin bile fark edemediği bir sürü kişilik özelliği olabilir. O kişiyi alıp sen karakter olarak kitaba eksik yazıyorsan, ona haksızlık etmiş olabilirsin. Evet, adını değiştirebilirsin ama bu yeterli değil bence.

İlk yazarlık yolculuğunda hikâye yerine romanı tercih etmenin bir nedeni var mıydı?

Mecbur hissettim kendimi, Hoca da devam et deyince. Arkadaşlarım, karakterlerin maceralarının devamını dinlemek istedikçe yazdım. Kitaptaki bölümlerin her birini, bir atölye süresince yazdım. Zaten aslında her biri de kendi içerisinde birer hikâye…

Bir yazar olarak rutin ve ritüellerin var mı?

Ben bir akşam yazarıyım. Sabahları değil de akşam saatlerinde başlayıp gece üçe, dörde kadar yazı yazabilirim. Sessizlik, sakinlikle motive oluyorum. Her yerde yazabilirim; yemek masasının üstünde, mutfakta, bahçede. Yeter ki çok fazla gelip giden, soru soran birileri olmasın. Suyum olsun, kahvem olsun ve bilgisayarım olmuş olsun, benim için yeterli. Müziğe bile gerek duymadım.

İçten yanıtların için teşekkür ederim Fatmacığım. İkinci romanını merak ve heyecanla bekleyeceğim…

 

Zeynep Özcan

Önceki İçerikBen Sen
Sonraki İçerikTürk Kadın Briç Milli Takımı, Briç Dünyasında Zirveye Uçtu!